15 Aralık 2013 Pazar

Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum!


Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum!

Yazı yazma serüveni sürekli geriye doğru dönüp bakmayı getirir. İlerisini yazmak için dahi olsa geri dönmek gereklidir, geri olmayınca ileri zaten olamıyor. Yaşantımızın içinde tarih defterine bıraktığımız o kadar çok anı ve unuttuğumuz şeyler vardır ki, hiçbir kelime, cümle ve öfke ile yazılan satırlar onları bugün aynı heyecan ve öfke ile karşılamamızı getirmez. Üzerine tozlar serpilmiş, serpilen tozların altında öfkelerimiz birer anı haline dönüşmüş, dudaklarımızda sadece acı gülümseme bırakan duygular halinde bugüne yansıtabiliyoruz. Bugün geçmişin acıları ile alnımıza ve yüzümüze çizilen çizgilerin hesabını ve neden çizildiğini hiç birimiz bilemeyiz. Bizler tarih içinde kendi tanrısını yaratmış tek canlıyız, bugün o tanrıyı içimizde öldürmeye çalışsak da bir şekilde korkularımız ve bilinmezlikler içinde yaşamaya devam eder. Ne zaman bir bilinmezlik ile karşılaşsak o tanrı kafasını çıkarır ve bize gülümser. Çünkü bilir ki o, bilinmezlikler içinde yaşadığını. Bilinmezlik korkudur. Korkuyu büyüten, geliştiren ise tarihimizdir. Tarih iyi okunmadığında, korkuyu besler. Korku ise bizim cesaret ile adım atmamızı engeller, hatta bir hücrede yaşamaya zorlar.
Eskiden matbaada basılan dergiler için yazı yazardım, matbaada basılan yazılar içinde öfkeme mürekkebin kokusunu ve kelimelerin hıncını eklerdim. Bugün mürekkebin kokusu artık yok, ekrandan yansıyan ışığın oklarını gönderebilirim ancak ama ne yazık ki içimde ne öfke ve de hınç vardır, üzerilerine tarihin tozları serpilmiş, daha sakin bir şekilde yazılarımı yazıyor, kafamda ki düşünceleri otosansürleyerek ekrana aktarıyorum. Yaşadığımız çağın ruhu her şeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyenlerin hoyratça konuştuğu bir dilimdir. Parası olan istediği düşüncesini bir başkasına aktarıp, o aktardığı kişinin kaleme aldığı ve sonra bir başkası tarafından düzeltilen (redekte edilen) ve yayınevinin çıkarlarına uygun basılan dijital ve normal kitap olarak karşımıza çıktığı çağdır. Araştırma yerine, kulaktan dolma, yanlış kaynaklardan yanlış sonuçlar çıkarılarak elde edilen bir balon düşünceler eşliğinde gerçeklikten uzaklaşan bir kuşağın içinde kendimizi buluyoruz. Üretmeyen ve üretilenin altına imza atan bir çağın içindeyiz.
Tarihte kırılma noktaları eski zaman diliminde uzun zamanları kapsardı. Kuşaklar sonucunda kırılmalar yaşanır ve yeni bir çağa adım atılırdı, son yüzyıl içinde ise kırılma artçıları daha kısa aralıklar ile olmaya başladı. Bir kuşak birden fazla kırılmaya şahitlik ederken, artık kırılmaların ne olduğunu dahi anlayamadan başka kırılmaların içinde kendisini bulan ama henüz o geçmiş kırılmanın sonuçları tam ortaya çıkmadan yeni kırılmanın yaratmış olduğu fırtına içinde girdaplaşan havada kendisini rüzgarın gücüne bırakanları olduğu bir zaman diliminde ne tarih, ne gelecek ne de bugün vardır. O an içinde, o anının ruhiyesini yaşamaya çalışan ve sadece kendisini düşünen bireylerin oluşturmuş olduğu topluluklar ortaya çıktı. Binlerce yılda oluşan medeniyet, birikim, kültürel diller birer birer iç içe geçerek yok olmakta ve her yiyeceğin içine katılan şeker gibi tatlı bir hayalin içinde görüntülerini dünyaya yansıtan ama kısa zamanda yok olan yaşamların, olmayan mezarlıklarında dolanır olduk. Her kültür bir başka kültürü anlıyormuş gibi yapıp, ortak bir yaşam yaratma telaşına kapılmadan olduğu gibi yaşamaya eksik cümleler ve işaret dili ile anlaşır kılmaya çalışıyorlar geçen günlerini. Emekliliğini bekleyen bir işçi gibi görevini yapan ve istikrarı bozulmadığı sürece hiçbir konuda görüş belirtmeyen tepkisiz bireylere döndük.
Arkadaşlarımız ile daha çok vakit geçirmeye başladık, ellerimizde son teknoloji ürünler ile. Bir birimizi dinlemeden fotoğraf çektirip, ne kadar mutlu olduğumuzu bizi izleyenlere göstermeye başladık. Evde bir biri ile konuşmayanlar, topluluk içinde en iyi sanatçıya taş çıkaracak kadar rollerini oynayıp, rollerine uygun kıyafetler içinde mutluluk fotoğraflarını paylaşırken, ne yediğini, ne içtiğini tüm dostlarına göstermekten geri durmayanların olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bugün bizlere doğal gelen bu davranışlar, kıyafetlerimiz bir on yıl sonra acaba nasıl gözükecektir.
İlişkilerimiz, düşünce yapımız, tercihlerimiz evrensel yiyecek dükkanlarında satılan tatlar gibi oldu. Hazır ve reçetesi belli yiyecekleri tüketirken, bizlerin de bir birimize benzerlik oranımız arttı, hangi dili, hangi şehirde yaşadığımızın artık önemi yok, hiç kimse hiçbir yerde yabancı değil, her kişi yaşadığı yeri ve dili tanımıyor haldedir.
Kelimelerimin öfkesi artık yok, çünkü cümleler kurmak için hangi dili konuşacağımı ve hangi dili bildiğimi bilmiyorum. Hepsinden birer parça, hepsinden bir sembol biliyorum. Artık bütün insanlar bir birleri ile araya tercüman almadan anlaşabiliyor. Belirli cümle yapısını bilmek artık yeterli. Evlere alınan romanlar, öykülerin yeri artık boş. Şimdi onların yerini 140 kelime her duygusunu anlatmaya çalışanlar var.
İçimde öfke birikmiş, kelimeler öfkemi anlatmıyor, çünkü unuttum öfkemi anlatacak kelimeleri!
Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum, anı yaşamaktayım!
İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok: