26 Kasım 2009 Perşembe

Bir şehir bir anda küle döndü, içinde bir kişi kurtuldu!

Bir şehir bir anda küle döndü, içinde bir kişi kurtuldu!

1902 yılıydı, bulunduğum odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordum. Denizin havası ve mavisi içinde martıların dansını izliyordum. Ayın ve günlerin adı yoktu benim için, çünkü idam cezası almış ve idam günümü bekliyordum. Suçum neydi diye sorabilirsiniz, doğal olarak.

Yaşadığım yer bir Fransız sömürgesi adaydı ve adamızda beyazlar ve çoğunluk olan biz melezlerin arasında iktidar mücadelesi vardı. Bir beyaza karşı belki on melezin sözü geçerdi! Yeni atanmıştı adamızın valisi. Vali, biz melezlerin meclise girmesini istemiyordu, o yüzden bizlerin karşısında bulunan beyazları tutuyordu. Bir beyaz ile tartışmam ve ona karşı cüretkar şekilde karşı durmam, bu hücreye ve ceza almama sebep olmuştu. Bir beyaz öldürülmüştü ama onu öldürmediğimi söylemem bir anlam ifade etmemişti, karar önceden verilmişti.

Vali, şehrimizin arkasında duran yanardağın çıkardığı ses ve dumandan panik yapıp kaçılmaması için adanın gazetelerini istediği gibi yönlendirmişti ve orada yaptığı propaganda ile yanardağın patlamayacağına kamuoyunu inandırmıştı. Gazeteler valiye bağlıydı, çünkü ondan aldıkları devlet reklamları ile ayakta duruyorlardı, bir de beyazların verdiği reklamlar… Beyazlar demek, vali demekti bir anlamda. Gazeteler doğal olarak ayakta kalmak için bir tarafın sesi konumundaydılar. Beyazların çoğunluğu seçim için önemliydi, melezlerin meclise girmesi valinin itibarını sarsacaktı. İtibarını korumak, depremden de önemliydi, başka şeyden de! Yanardağın ateş ile yok edilme olasılığı bile seçim yanında önemini kaybetmişti. Seçim daha önemliydi ve hayatiydi, çünkü valinin onuru demek, Fransa’nın onuru demektir!

Panikleyip adadan ayrılabileceklerde zaten beyazlardı, bizlerin o olanağı bile yoktu. Hadi adadan ayrılalım, yanardağ burayı yok edecek demiş olsa da, bizler altına sığınacağı bir taş ya da mağara aramak ile zamanı geçirebilirdik! Fakirdik, kentin varoşlarını oluşturuyorduk. Bir beyaz adamla seçim konusunda tartışmamın sonucunda, idam kararı almıştım, benim idamım melezler için bir gözdağı idi. Bu da gelmekte olan felaketten daha önemliydi.

Adanın bir hücresinde yatıyordum, kalın duvarlar içinde idam edileceğim günü bekliyordum. Dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyordum ama anlamıyordum, çünkü kalın duvarlardan sadece uğultu geçiyordu. Sesler karışıyordu. Tek başımaydım ve hücremin duvarları kadar sessizdim. Hücremin penceresi dediğimde öyle büyük bir pencere filan değildi, ışığın zor ile geçtiği ve demirler ile örgülü bir aralıktı. Oradan ancak hava ve ışık sızardı, güneşi bile hücreme davet edemezdim. O zor geçen yere gözümü dayar, gözümde canlandırırdım, çünkü doğduğum günden beri, o denize ve martılara bakardım. O yüzden gözümün önünden inmeyenleri görüyordum. Gözümün önünde duvar olup olmaması benim için önemli değildi, martı bütün özgürlüğü ile havada süzülüyordu! O an göremesem de, görüyordum.

Ben, elleri kelepçeli olarak mahkeme salonuna giderken, gökyüzünden kül yağıyordu. Şehir eteklerine kurulmuştu Pelee dağının. Pelee dağı yeryüzünü duman ile örterken, bir yandan da yeryüzünü sallıyordu. Panik başlamıştı ama bu sarsıntının nedeni yanımızdaki dağdan değil, uzaktan geldiğini söylüyordu. Vali öyle diyordu, gazeteler öyle yazıyordu. Biz cahiller mi bilecektik? Bütün bu panik söylentilerini çıkaranlar, melezlerin beyazları adadan kaçırmak için uydurulduğu fısıldanıyordu kulaklara. Seçimlere hile karışılıyorlardı, o hile boşa çıkarılmalıydı. Vali toplantılarda böyle diyordu, fakat yaşanan seçim heyecanı gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır etmişti. Her an sarsıldığımızı dahi hissetmemeye başlamıştık. İlk zamanların paniği yoktu, zaten biz melezler panik yapsak da ne yapabilecektik ki? Yapabileceklerimiz belliydi.

İdam kararı verilmişti, adil yargılanmamıştım. Bir kurban gerekliydi ve o kurban bendim. Kaderim, alnıma bu şekilde çizilmişti. Kadere baş eğmekten başka çaremde yoktu, çünkü beni savunacak ve verilen karara karşı gelecek, ne bir güç vardı, ne de örgütlülük vardı. Yalnızdım ama inandığımı yapmıştım. İdama gidiyordum, idam gününe kadar hücrede kalacaktım. İdamlar hep bir sabah vakti olurdu, neden sabahları idam edilirdi bilmezdim, yaşayarak öğrenecektim!

Hücremdeydim, henüz gençtim. Gözü yaşlı annemi görüyordum bazen, çünkü onu en son mahkeme salonunda görmüştüm. Devlet işleri bazen çok ağır çalışır ama benim davam bir şimşek hızı ile sonuçlanmıştı.

İdam saatimi bildirmişlerdi, sabah saatlerinde olacaktı. Gün ağarırken. Sabahın çiği henüz her şeyin üzerindeyken, ben ip ile tanışmış olacaktım. Ölü vücudumun üzerine çığ düşecekti, üşümeyecektim!

Hava deliğinden kül geliyordu zaman zaman, gün ışığı gelmez olmuştu. Sanki, hep geceyi yaşıyorduk! Belki de bana öyle geliyordu. Günler karanlığa bürünmüştü. Benim için hayat karanlığa bürünmüştü.

Bir şeyler oluyordu dışarıda, büyük bir sessizlik, sanki büyük bir şeyler olacakmış gibi sessizlik! Yer durmadan sallanıyordu, son günlerime yaklaştığım günlerde, sanki benim gidişime direniyor gibiydi, yer bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Kalın duvarlar, bu sallantı ile birlikte türkü söylüyor gibiydi. Sesi çok kötüydü ama bir ses öyle anlatılır gibi değildi. Gök yarılmış yeryüzüne doğru eğilmişti, bir yanda gökyüzü, öte yandan yeryüzü. Bütün gürültüleri ile birlikte beni uğurluyorlar gibiydi.

Papazı bekliyordum, günahlarımı konuşacaktım. Ona hazırlanıyordum. Kapının önünde her zaman bekleyenler yok olmuştu, sanki terk edilmiştim. Gök ve yeryüzünün gürültüsünden başka bir ses yoktu. Ne insan, ne de martı sesi vardı. Denizde katılmıştı bu hırçın bağrışmalara. Onların dışında bir de benim sesim vardı, avazım çıktığı kadar bağırıyordum. “Orada kimse yok muuuu?”

Orada kimse yok mu diye bağırdım, sonra anlamsız sesler çıkardım, sesime yankı dahi almamıştım. Sesim sessizliğin içinde, bir dalga dahi oluşturmuyordu. Tek başımaydım. Yalnızdım, sesimden ve duvardan başka bir şey yoktu!

Bir şeyler olmuştu, yeryüzü karanlığa teslim olmuştu. Sesler bu karanlığı delip kulaklarıma kadar geliyordu, onlar ile kendimi avutuyordum, ne bir ışık, ne de başka bir şey. Duvarların zorlayan bir şey vardı, anlamaya çalışıyordum ama anlamlandıramıyordum! Zaman yok olmuştu, ışık yoktu. Karanlık boşluk demekti ve ben o boşlukta nereye tutunduğumu anlamlandıramıyordum. Akıl sağlığımı mı koruyayım, yoksa vücudumu mu? Isı artmıştı etrafta, sanki bir fırındaydım. Duvarlar ateş gibi olmuştu ama ışık yoktu! Bir şeyler oluyordu, yeryüzü ve gökyüzü olabildiğince gürültüler ile sesini yükseltmişti. Onlar vardı dünyada, bir de ben!

Ne martı sesi geliyordu, ne de güneş. Göremediğim ama gözlerimin önünden hiç gitmeyen güneş ve martılar yoktu, ne de balıkçılar. Yaşadığım şehir yoktu!

Duvarlar arasındaydım. Ateşe dönmüş duvara el vuramıyordum, nefes almakta zorlanıyordum. Ağzımı o hava gelen deliğe dayadım, kül yuttum! Demek, idamım bu şeklide olacaktı, üstelik son kez bir papaz görmeden. Günahkar gidecektim, bu da benim kaderimdi!

Kader çizgisi, sizi olması gereken yere götürürdü, yeter ki o çizgiyi bozmaya çalışmayın! Bende kaderimin bana yazdığını yaşıyordum, sessizce son nefesimi bekliyordum! Umutlarım tükenmişti. Kaç gün geçmişti, kaç saat olmuştu burada karanlık içinde yaşamaya başlayalı?

Sormuyordum, sorgulamıyordum, gerekte yoktu, çünkü cevabı yoktu!

Zemine kendimi bıraktım ve sallanan yeryüzünün üzerine bırakmıştım, bir beşikte sallanır gibiydi. Gözlerimi kapattım, açmanın da anlamı yoktu! Uyumaya çalıştım, gözlerimi bastırdım ama uykum yoktu! Nasıl olsa sonsuza kadar uyuyacaktım, üstelik bir günahkar olarak!

Gözerlimi ne zaman açtım bilmiyorum, beyazlar içinde bir melek tarafından uyandırılmıştım. Gözlerini gördüm ilk defa, tanrım dedim ya da dediğimi sandım. Doğrulmak ve sormak istedim ama o melek beni eli ile yatağıma bastırmıştı. Sonra başkalarını da gördüm. Anlamaya çalışıyordum. Algılayamıyordum, boş gözler ve anlamsız olarak baktığımı sanıyordum, açıklama bekliyordum. Bekliyordum, neyi beklediğimi bilmeden.

Günler sonra yaşadığım şehirde tek kurtulan olduğumu öğrendim. Bütün şehri, yanardağdan çıkan lavlar ve küller yok etmişti.

8 Mayıs 1902 yılında St. Pierre'e şehri bir daha doğmamak üzere yok olmuştu! O şehir bir anda külle dönüşmüş, içinde yaşayan her şey yok olmuştu, bir kişi haricinde…

Not: Öykünün kahramanın adı Ciparis idi. Ölüm cezasına çarptırılmıştı. 8 Mayıs Sabahı asılacaktı, yani, patlama günü! Elbette, cellatları onu götürmeye asla gelemediler. otuz bin kişi ölmüştü. Şehrin içinde kurtulmayı başaran tek kişi, bir idam mahkumuydu.
Tedavi gördükten sonra Ciparis'in cezası hafifletildi. Ciparis yaşamının geri kalanında Barnum & Bailey Sirki'nde gösteri yaparak geçindi. Gösterisi ne miydi? Günlerce hücresinin bir kopyasında kalmak. Ciparis, 1929 yılında öldü.

Hiç yorum yok: