8 Nisan 2010 Perşembe

Sessizliğin çığlığını duydunuz mu?

Sessizliğin çığlığını duydunuz mu?

Sessizlik hüküm sürüyordu, gözler acıyı anlatıyordu. Şanslıydılar, şansızlıkların içinde. Yaşıyorlardı. Yaşamak dediğin nefes almaktı. Gözleri ile acıyı anlatıyorlardı, gördüklerini fısıldıyorlardı. O gözler, keşke o acıları görmeseydi. Keşke o gözler yuvalarından çıksa da, o kan ırmaklarını görmeselerdi. Görmüşlerdi. Şanslıydılar, yaşıyorlardı. Belki de ilk göçün başladığı anda, son nefeslerini verenler şanslıydı. Şans, nasıl anlatılırdı.

Dağlar, çocuk çeteleri ile dolu olduğunu söylüyorlardı. Biraz kendine gelmiş, bıyığı henüz terlememiş çocuklar, dağlarda bir birine kucak açarak yaşıyor deniyordu. Açlık, onları vahşileştirmiş, bir ekmeğin kokusundan dağları düz eylemişlerdi. Ayaklarında çarık yokmuş önemli değildi, dağlar onların yuvası olmuş, onları kucaklamıştı. Bıyığı terlememişler, göğüsleri henüz ortaya sermemiş olan çocuklar, omuz omuza kan ırmağında yüzmemek için ata diyarının dağlarına kendilerini vurmuşlardı. Atalarının diyarı, artık onlar için el diyarı olmuştu. El diyarıydı, kökleri ile birlikte yok ediliyorlardı.

Göçün dönüşü olmadığını bilmiyorlardı. Bir kere yola çıktın mı, bir de yanında jandarma varsa, dönüşü yoktu. Dönüşü olmayan göç; nice acıları yaşatmış, nice toprakları kan ile sulamıştı. Geçtikleri yerler, durdukları alanlar, bulundukları geçitlere kanlarını, gözyaşlarını bırakıp gitmişlerdi. Onların arkasından sadece gözyaşı vardı, kan vardı. Toprak, binlerce yıldır gibi su ile değil, kan ile sulanmıştı. Kan ile sulanan topraklar, bozkır olmuştu, çöle dönmüştü. Kan içinde çiçek beslemez, eritir, yok ederdi.

Dağlar kaçaklar ile dolmuştu, kaçakların peşinde jandarma. Jandarmanın olmadığı yerde gönüllü birlikler. Gönüllü olanlar, ele geçirdiklerini yağmalamakta serbesttirler. İstediklerini köle, istediklerini ırgat, istediklerini cariye yapma hakkında görüyorlardı kendilerinde. Varsa kaçakların yanlarında malları, onlarında sahibi olma hakkını kendilerine veriyorlardı. Hele bir söylence çıkmaya görsün, ‘dağda elinde altın olanlar dolaşıyormuş’ diye, bozkırın insanı, bir söylence ile çölleri göze alır, onu ele geçirmek için gözlerinin rengini değiştirirdi. Kaçakların kayıtları yoktur, dereler belki kemikleri ile bir şey anlatır bugün, fakat o kemiklerden de haber olunmaz. Çünkü kaçakların sahipleri olmaz.

Kaçaklar can derdindedir, peşinde olanlar mal derdinde. Hele bir avcı düşmeye dursun kurbanın peşinde, vurmadan dönmez, eğer döner ise, avcılığı alay konusu olur. Destanlar yazılır avcılar üzerine, kurbanların gözlerindeki acının masalı okunmaz. Hangi masal, hangi destan kurbanın duygularını anlatır?

Bir öksüzün omuzlarında sessizlik, bir hain kurşun yeter ki delip deşmesin. Aşklar artık iki kişilik olmaktan çıkmıştır, gözler geçmişin aşklarını bile acı olarak görür… Diller acıyı söyler… Ezgiler acı ile dokunur, acı bir dönem değildir, artık sonsuzluğa bırakılmış ve zaman aşımı olmayan duruma gelmiştir. Gözler acıları anlatır, ezgiler acılara ses olur... Ama ezgilerin bile yetersiz kaldığı yaşanmışlıklar, hep bilinçaltında yaşanmaya devam etmiştir.

Güvenlik öyle bir kavramdır ki, komşuyu komşuya kırdıran, bir birini katili olarak gören, güvensizliği yaratan bir anlama bile dönüşebilmektedir. Bin yıllardır yan yana yaşayan, avluları bir birinin avlusuna açılanlar, birlikte düğün yapanlar, birlikte sıra gecesi düzenleyenler, şimdi sadece yok olan anılar içinde kaldılar. Torunları, dedelerinin bu çok sesliliğinden ve mutlu geçmişinden haberi yok olarak yaşarlar. Çünkü bugün torunları, ‘güvenlik’ adı verilen zorunlu göçün sonuçlarını yaşamaya devam ediyorlar… Sanal olarak yaratılmış korkuların önyargılarını yaşıyorlar.

Devlet, kendisine göre tarihi yazmak zorundadır, çünkü varlık sebebi kendisine göre yazdığı tarih ile anlamlandırmaktadır. Geçmiş destanlar, kahramanlıklar ile doludur. Çünkü geçmiş ile övünmek devlet için önemlidir. O yüzden devlet, yaşanmışlıkları kendisine göre biçimlendirir ve vatandaşlarına bu biçimin doğru olduğuna inandırmak ile yükümlüdür. Devlet için anlaşılır bir durumdur. Fakat tarih, hiçbir devleti sabit anlayış ile sonsuza kadar yaşatamaz… Anlayışlar zaman içinde değişir, tarih yeniden yorumlanır. Ret edilenler, görünmek istenmeyenler bir gün, gün yüzüne çıkar ve o gözlerdeki çığlık, sessizlik ve acılar ile yüzleşmek gerekir.

Devlet, ret ettiği ile sürekli yüzleşmeyi yaşar. Yüzleşme kaçınılmazdır. Elbette direnir yüzleşmemek için, yetiştirdiği kuşaklara ve sözde bilimsel çalışma yapan tarihçilerine güvenir ama kaçınılmazdır. Kaçınılmazı yaşar.

Kürtler ‘Dağ Türkü’ olmaktan çıkıp, bugün varlığı kabul edilen, hatta siyasi çözüm için yol alınan, iki dilli hizmet veren ya da vermek için mücadele edilen konuma geldi. Devletin geçmişi ile yüzleşmesi kolay değildir, çünkü yetiştirdiklerine; ‘aslına ben size varlığım için yalan söyledim. Gerçekler; size öğrettiğim, yazdığım gibi değildir, özür dilerim…’ demektedir. Söylenen yalana gerek olmadığını bugün yaşayarak öğrenmekteyiz, o gün yalan üzerine kurulan devlet mekanizması bugünün ihtiyaçlarına göre dönüşmektedir. Elbette devlet kendi varlığı için yalan söylemek zorundadır, daha doğrusu yalan demeyelim de gerçeği saptırmak zorundadır, çünkü gerçekleri tam olarak ortaya sermiş olsa, devletin varlığı tartışılır konuma gelir… Güvenliği zayıflar! Güvenlik için zamana uygun gerçekler saptırılır… Güvenlik nedeni ile bir halk yaşadığı topraklardan sürülür, komşularından koparılır… Her şey güvenlik içindir… Güvenlik için kendi vatandaşını kaybeder, güvenlik için öç alır, güvenlik için idam eder… Her şey güvenlik içindir… Güvenlik için acıyı yaşatır ama acıyı yaşayanın gözlerindeki çığlığı hep yok sayar… Güvenlik nedeni ile yapılanlar, gelecek kuşaklara bırakılmış acı, karanlık bir tarihtir ve yüzleşilmesi gereken…

Sessizliğin çığlığını duydunuz mu? Tarih bu çığlığı bugüne taşıyor… Yaşananlar da suçlu aramamak gereklidir, olduğu gibi kabul edebilecek konuma geldiğimiz gün, belki o çığlık yerini başka bir şeye bırakacaktır… Eğer suç ve suçlu aramaya devam edersek, o çığlık hep varlığını koruyacaktır… Çünkü aramak taraf olmayı beraberinde getirir…

Hiç yorum yok: