25 Kasım 2010 Perşembe

Kendi kendine konuşmaktır aşk!

Kendi kendine konuşmaktır aşk!

Bana göre, eskiden solcu olup da, yıllar sonra kendisi ile yüzleşen bir yazarın iç konuşmasının sahnedeki canlandırılmasına verilen isim olmuş. Yazarın kendine karşın içten konuşmalarına sahnede şahitlik yaparken, aslında yazarın ne kadar içten içe kanayan bir yarasının olduğunu da görüyoruz.
Tiyatro yazarı, eserini yazarken aklına ilk geleni olduğu gibi anlatmak zorunda mıdır?… Bir öykü içinde bir çok öykü anlatmak?... İzleyiciyi yoran, uzun diyaloglar içinde, bir biri ile alakası olmayan konular arasında zıplamak zorunda mıdır? Bizde tiyatro eserleri neden evrensel olarak başarısız olarak kabul ediliyor? Bir eser hayata getirilirken, yazar komplekslerini tümü ile yansıtmak zorunda mıdır?
Oyunu sahnede izlerken kafamdan geçen sorular bunlardı.
Bir adamın sevgililer günü içinde yaşadığı birkaç saatte şahitlik ediyorduk. Trajediydi, belki de dram. Neydi gerçekten oyunun türü?
Sahnede oyun tek kişilik gibi gözükebilir, fakat oyunun bir de yan oyuncuları vardı. Salonun yan koridorlarından gelen karanlıkta bir oyuncu, bir de sesini duyduğumuz kadın. Sahnede tek oyuncu görmekteyiz, fakat iç içe girmiş başka oyuncularda seyirciye kendisini hissettiriyor.
Oyun tanıtım katalogunda iki oyuncunun ismi geçmesine rağmen, sesi ile hayat veren, kapıdan seslenene kadar değişik seslerin sahibi de, oyuncu listesi içinde isimlerinin alması uygun olurdu diye düşünüyorum. Kürşat Alnıaçık sahnede hayat verdiği karakter, oyunun yazarı olduğunu düşünmeden geçemedim. Yazar, eski solcu! Neden bu eski solcu vurgusu yapılır? Yazar bilerek, eski solcu gününde ilişkiye geçemediği kız arkadaşı ile yaşadıklarını sıkıştırır konunun içine… (belkide tek aşık olduğu kadın, bakire olarak sevdiği kadın, tenine dokunamadığı için onu hep sevdiğini sandığı kadın) İlk cinsel ilişkiye girdiği kadını, ilk ilişkiye Freud’un penceresinden bakar ve bugün yaşadıklarını ona bağlar. Sola küfretmek modadır, söz arasında da olsa eski geldiği geleneğe küfret gitsin, bakın onlar özgürlükçü değildi, sevdiğimin elini bile tutamadım. Yazar solcu geçmişi olmasaydı, acaba sola karşı bilinç altında beslediği düşmanlığı yeniden hayat verir miydi?
Eski solcu, sahneden gördüğüm kadarı ile alkolik ve cinsel ilişki yaşadıklarını aşk sanan kişi, sevgililer gününde sevgilisi gelmeyince düştüğü trajik komik durum. Geçmiş artık yoktur, toprak altına sakladığı sevgilileri de yoktur, yalnızdır ve bu yalnızlığı ile yüzleşmektedir. Sahnede müthiş bir abartı ve performans izledik. Gereğinden fazla abartılı hareketler ve dans gibi kıvrılmalar. Ne anlamlar ifade ediyordu? Yerde, koltukların üzerinde, altında üstünde... Neden bu kadar çok hareket ve abartı? Neden??? Hiç anlam veremediğim ve anlamlandıramadım performans. Belki oyuncu bu sayede çok iyi oynadığını sanıyor, terlemeyen oyuncuya oyuncu denemez mi diye düşünüyor? Bilemem, anlamlandırmadım. Sahnede yer alan her objenin, hareketin bir anlamı ve sonucu olması gereklidir, sporcu vücudu ile şimdiki moda değimi ile fit bir oyuncunun performansına şahitlik ettik ama anlamlandırmadığım bir enerji içinde terleyen oyuncuyu izledim. Yazar ne kadar anlamsız (bana göre) ayrınlar içinde konulardan konulara zıplıyorsa, oyuncu da o kadar anlamsız zıpladı.
Sahne düzeni, oyuna göre çok güzel yapılmış, ışık; oyuncuyu çok iyi izlemiş ve aydınlatmış. Müzik aynı başarıyı göstermiş olmasına rağmen, oyunda beni rahatsız eden iki konu öne çıkıyor, yazarın yazdığı öykü ve oyuncunun hareketi. İkisi de gereğinden fazla abartı ve ayrıntı ile süslüydü. Gereksiz ayrıntılar konunun içinin boşalmasına sebep oluyor. Harcanmış o kadar güzel emeğin gökyüzüne savrulmasına sebep olmaktadır.
İsmail Cem Özkan

Kendi kendine konuşmaktır aşk
Yazan: Cezmi Ersöz
Yöneten: Serap Eyüboğlu
Dekor: Serpil Tezcan
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Müzik: Vedat Sakman

Sahne Amiri: İlker Temür
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Kaan Eman

Hiç yorum yok: