12 Mayıs 2009 Salı

Kapı vuruldu!

Kapı vuruldu!

Kapı vuruldu, cansız bedeni yana doğru açıldı!

Kapı vurulduğunda, içeride çocuğu uyutmak için çarşafın ortasına yatırmıştık, bir ucunda annesi, bir ucunda ben. Ellerimizde sallıyorduk. Salonda babası ve diğer arkadaşım derin bir sohbet içindeydi.

Kapı vuruldu, tedirgin olarak sesin geldiği yöne kafalarımızı çevirdik. Bu saatte kimse kapıyı vurmazdı.

Kapı vurulduğunda gece yarısına çoktan ulaşmıştık, sokaklar sessiz ve sadece köpeklerin ulumaları duyuluyordu. Karanlık, sessizliğin içinde hakimiyetini sürüyordu.

Kapı vuruldu ve ev sahibi olan arkadaşım, çocuğun babası kapıyı doğru gitti, tedirgin olarak açmadan önce sordu, kim o?

Dışarıdan ses ‘biziz’ dedi! “Biziz heval, yabancı değil!”

Yabancı değildi, fakat dışarıda hakimiyetini sürdüren bir korku cumhuriyeti vardı.

Araladı kapıyı, tanıdık bir yüz görürüm diyerek, karanlık içinde, karanlık yüzleri kapı aralığından sızan ışık ile aydınlandı.

Sızan ışık renkleri tam veremez ama yinede fikir sahibi yapar.

Aydınlanan, sadece yüzlerinin bir bölümü değil, boyunları da aydınlanmıştı. Birinde bir yeşil atkı vardı.

Akıcı bir Kürtçe ile durumu anlattı kapıdaki, yeşil atkılı olan karanlıkta gözlük takıyordu. Gözlük, karanlığı daha da ağırlaştırmaktaydı. Derinden bir ses ile ‘acele edelim!’ dedi.

Çocuğun babası ve arkadaşım; avukat ve doktordular. Avukat olan arkadaşım, ‘bende geleyim’ dedi, ‘bu karanlıkta sokaklarda yalnız olma’ dedi. Bana da göz kırmıştı, çocuk ve annesi yalnız kalmasın diyerek. Sessizce görev paylaşımı yapmıştık! Ve birlikte yola çıktılar, kapıda bekleyenler ile birlikte.

Oda da ben, çocuk ve annesi kalmıştık. Nasıl olsa hemen dönerler diye beklemedeydik.

Çocuk sallanırken, olanlardan habersiz gözlerini yummuştu.

Dışarıda karanlığın getirmiş olduğu korkunçluk yanında, keskin rüzgar vardı. Bozkırda yaşayanlar bilir, gecenin soğu bıçak gibidir. Bıçak, her şeyi kesiyordu, karanlıkta akan kanı görmüyorduk!

Bekleme, tedirginlik içinde geçiyordu. Doktor arkadaşımın eşi hastaneyi aradı, acil bir hasta var mıydı diyerek! Yoktu. Hastane her zamankinden daha sessizdi. Tedirginlik değişmiş, içten içe başlayan bir korkuya dönüşmüştü. Korku ise başka şeyleri tetikliyordu. Yaşanan çağ, tekin bir çağ değildi, ne olacağı ve ne olduğu belli değildi.

Bir süre sonra tanıdıklara telefonlar edildi, gece geç saatler olmasına rağmen, yoktular.

Karanlık içinde yoktular.

Yok olmuşlardı ama neredeydiler?

Karakol arandı, orada kayıp olduğu bilgisi not edildi. Onlarda anons ettiler, yok olanları bulmak için.

Onlar, iki arkadaştı. Biri avukat, diğeri doktor. Doktorun çalışma saati olmazdı, hasta var mı, doktor hangi saat olursa olsun çalışmak zorundaydı. Gece yarısı çağrılmıştı ve gitmişti. Çocuğuna sarılmadan gitmişti, çünkü hastanın can sağlığı çocuğa sarılmaktan daha önemliydi. Avukat ailesine dahi haber vermemişti giderken, arkadaşı yalnız kalmasın diyerek gitmişti yanlarında.

Yoktular, yok olmuşlardı. Gece sabaha döndü, yoktular.

Sabah akşama döndü, yoktular.

Saatler, günleri kovalıyordu, günler ağırlaşmıştı. Akşam uyuyan çocuk uyanmış, yeniden uyumuş ve her uyandığında babasını sormuştu. Babasızlığa alışık değildi, görürdü onu her gün. Yoktu babası ve arkadaşı.

Bir gün telefon çaldı, yok olanlar bulunmuştu. Hem de çok uzaklarda, bir derede. Haber karaydı, tıpkı gittikleri gece gibi.

Karanlıkta bir ses tırslıyarak demişti, ‘hadi acele et!’

Sesin sahibinin boynunda yeşil bir atkı vardı, gözünde gözlük!

Kimse görmemişti o güne kadar bu sesi ve gözlerini. O gün görülmüştü, kapı aralığından sızan ışık ile.

Kapı vurulmuştu, kapı yana düşmüştü!

Bugünlerde anılar yazılır oldu, bende duyduğum bir anıyı kaleme alayım dedim. Çünkü anılar kişileri olduğundan farklı gösterir. Anıları toplarsınız ve ortak sonuç çıkarırısınız. İşte gerçek sizin çıkardığınız sonuçtur, yaşanan değil! Çünkü yaşananlar hiçbir zaman sizin gözünüzde canlanamayacaktır, karanlığın sayfaları arasında, karanlıkta gelen bir sesin sizi tedirgin etmesi gibi kalacaktır.

Kapı vuruldu, cansız bedenini yana doğru bıraktı!

Hiç yorum yok: