26 Ekim 2009 Pazartesi

Sesimi aradım!

Sesimi aradım!

Bugün Pazar dedim, köye gideyim, şehir gürültüsünden kurtulup, doğanın sesi ve köyün kokusu içinde geçmişime doğru yolculuk yapayım!

Düşündüğümü gerçekleştirdim. Köye gittim!

Köy, bizim oraların köyü gibi değil, bizim oralar bozkırdır. Tek tük ağaç vardır, sonra kerpiçten tek katlı binalar ve ahırları olan yerdir. Her evin önünde tarım ile ilgili aletler olurdu eskiden. Şimdi bizim oralar terk edilmiş gibidir, ne oturan vardır, ne de tarım aletleri. Eskiden kalanlar ise çürümeye yüz tutmuştur. Tarım aletleri, yıkılan binaların önünde, gölgesinin sessizliği içinde varlığını korumaya çalışıyorlar. Bizim köylerde artık kimse yok! Olanlarda, çok yaşlı ve toprağını terk edemeyenlerdir. Hani derler ya, şehre alışamayanlar! Kader çizgilerini, burada noktalamak isteyenler de diyebiliriz.

Bizim oralara benzemeyen bir köye gittim. Yeşillikler içinde, turizmin nimeti ile karşılaşmak üzere olan bir köye! Köy, gittiğimde doğal yapısını koruma adına yeniden inşaat ediliyordu. Eski binaların bir bölümü bizim köylerde olduğu gibi çökmüş, duvarları bile ayakta duracak hali yoktu. Yorgun düşmüş evleri gördüm. Yenilenen evlerin duvarları boyanmış, yapay bir turistlik hava verilmişti. Renkler abartılmış, o dokuya uymayan bir mimari eşliğinde köy meydanında dolandım. Her köy meydanında bir kahve olur. Bu köy meydanında cafe vardı, birde, köy yiyecekleri olarak sunulan, beş yıldızlı otellerin otantik bölümünde yer alan, gözleme yapan kadınlar ve tandır vardı! Tandır elbette yoktu, elektrikli ocak başında hamur açan kadınlar, gözleme yapıyordu.

Köyü dolaşmak için, caminin duvarının gölgesinin izinden başladım. Sokaklarının derinliklerine doğru yolculuk yaptım. Yolculuğum köy sokaklarına mıydı, kendi içime doğru muydu bilemedim. Bir şeyi aradım, yoktu! Köyde bir şey eksikti!

Günlerden pazardı, çarşaflar içinde kadınları gördüm, yüzlerinden yaşları anlaşılır diye yüzlerine bakmaya çalıştım, hatta fotoğraflamak için elimi makinenin üzerinden hiç kaldırmadım ama bir an dışında hiç yüzlerini göremedim. Siyah çarşaf içinde genç bir kadındı, gördüğüm. Gözleri mavi mi, yeşil mi anlayamadım bir anı gördüm ve karanlık çarşafı içinde yok oldu gitti.

Köyde bir şey eksikti, bunu hissediyordum, anlamlandıramıyordum.

Köyün mezarlığına gittim. Şimdi mezarın ortasından yol gidiyor! Mezarlığın etrafına duvar ile örmüşler. Bir de geniş kapı bırakmışlar. Kapıdan mezar içine baktım. Mezar taşları hep ilgimi çeker. Ölenlerin yaşlarını hesaplarım, o sayede orada yaşamın süresini yaklaşık olarak kafama yerleştiririm. Eğer yaşam uzunsa, yaşamı doya doya yaşadıklarını düşünürüm. Yaşam kalitesi yüksek olduğunu peşinen kabul ederim.

Mezar taşlarında selvi ağacı motifi gördüm, yeşile boyanmış selvi ağacı sembolü gibi geldi bana. İnce ve gökyüzüne doğru giden bir yeşil boya! Mermer üzerine işlenmiş. Adı, soyadı ve doğum / ölüm tarihi altında topraktan yukarıya doğru çıkan bir selvi ağacı. Hepsinde yoktu elbette. Bizde mezar taşları bir birine benzer, öleni anlatmaz mezar taşları. Sadece bir nokta gibi taş bulunur başında. Kimdir, ne yapmıştır, dünyayı nasıl yaşamıştır, ne hayaller görmüştür, ne gibi sevdalar yaşamıştır, yoktur. Mezarlıklar bunları anlatmaz. Zamanın durduğunun kanıtı gibidir.

Mezarlıktan sonra köyün meydanına doğru geldim. Köy meydanı biraz önce bıraktığım gibidir. Köpekler yine insan alışık ve tembel şekilde sonbahar güneşinin altında yatmaktadır. Orada yürüyenler sanki onların varlıklarından bi haber gibidir. Onlarda çevresinde dolananlara karşı duyarsızdır. Kediler ve köpekler yan yanadır. Köyde bir şeyler yanlış gidiyor diye düşünmeden duramadım!

Günlerden pazardı ve köyde yaşanların var olduğunu, evlerin içindeki canlılıktan hissediliyordu. Dışarıya asılmış çamaşırlar, kurumaya bırakılmıştı. Kışlık olarak hazırlanmış sebzeler sergilenmeye devam ediliyordu. Köy meydan dışında, bir iki yerde kadınların duvar dibine oturmuş olarak gördüm. Yerel kıyafetleri sanırım siyah çarşaftı!

Köyün meydanında dışarıdan geldiği belli olan şehirliler, cafe’de günü çayın demi altında geçirmekteydiler. Gözlemeler eşliğinde çay!

Çay, nerede olursa olsun karşımıza çıkan içecektir. Bir zaman geçirme aracı, gerektiğinde söze başlama için dudak ıslatmak için kullanılan bir araç! … Çaydan bir yudum alıp çevreme daha dikkatlice baktığımda, köyde çocuk olmadığını hissettim. Köyde çocuk sesi yoktu, çünkü çocuk yoktu! Çocuk sesi olmayan yer, köy olur mu? Üstelik günlerden Pazar ve öğlen saatlerini yaşarken!

Çocukların nerede olduğunu sordum. Çok kısa yanıt aldım, şehirde dershaneye gitmişler. Köy çocuğu geleceğini kazanmak için, şehirli çocuklar gibi dershaneye gidiyordu.

Çocukları sokaktan çalan bir eğitim sistemi altında yaşıyoruz. Çocukluğunu yaşayamayan bu güzel beyinler, ne yapacaklar büyüdüklerinde? O kadar idealize edilen geleceğe vardıklarında, kaybettikleri ve yaşanmamışlıkları anlayabilecekler mi? Neden çocuklarımızın geleceğini çalar devlet? Neden bu eğitim sistemi çocuklarımızı sokaklardan alır, evlere ve dershanelere kapatır? Çocuksuz yaşam olur mu?

Çocuklar, çocukluğunu yaşamadan bir yarış pistine konuyor, neden? Ülke başbakanı hala ailelere demektedir ki, üç çocuk yapın! Bu üç çocuk, büyüdüğünde ne olacaklar? Makinenin bir dişilisi mi, insan mı?

Çocukları, köy sokaklarında, meydanlarında, şehirlerin parklarında görmek ve duymak istiyorum!

Çocuk sesini arıyordum, geçmişimi ararken! Belki o sesi duyduğumda, kendi sesime ulaşacağımı düşünmüştüm! Çocukların seslerini sokaklara yasaklamışlar ama bu yasak yasalar ile olmamış! Üzüldüm. Çalınan geçmişimi düşündüm!

Hiç yorum yok: