23 Mart 2008 Pazar

Büyük adadan…

Büyük adadan…

İstanbul bir Pazar günü sisler içinde uyanmıştır. Sis yeryüzünü tamamı ile kaplamaktadır, sadece İstanbul gök semaları içindedir. Sis içinde güne uzanan İstanbul şehrinden uzaklaşmak istendiğinde ilk akla gelen adalar öne çıkar. Adalar içinde en büyük olanı ise büyük adadır. Büyük ada; Prenkipos orijinal adından Türkçeye tercüme olarak aktarılmıştır. Adalar İstanbul’dan önce de vardı. Adaya ilk adım attığımız liman 1915 yılında Mimar Mihran Azaryan tarafından yapılmıştır. İstanbul çok kültürlülüğünün adaya yansıması olarak düşünürüz, fakat bu limana adım atarken ilk sürgün edilenin de bir ermeni olduğunu elimdeki notlardan okuyorum. Adalar İstanbul’un sürgün yeriymiş. Bizans zamanında, Osmanlı döneminde de sürgünler gelirmiş buraya. Adanın değişik yerlerinde idam mangaları bulunurmuş, idamların bir bölümü bu ada topraklarında olmuş ve denizin içine bırakılırmış ölenlerin vücutları.

Adalar ölüler diyarı olarak düşünebilirsiniz, ölülerin ruhları belki adanın her yerinde dolanıyordur. Sürgünlerin hepsi ölüm ile sonuçlanmamış, en son sürgün Troçki orada dört sene yaşadıktan sonra sonunu hazırlayan yolculukta büyük adadan başlamış. Troçki buradayken birçok sürgünde gelmiş, en son sürgün akımı sanırım Dersim yöresinden olmuş. Yurtdışında yaşarken Dersim’li Adalılarla tanıştım, onlar sürgünü anlatmışlardı.

Ada çok kültürlü yapısını korumaktadır. Ada toprakları üzerinde kiliseler ve camiler yan yana durur, sokakta her dili duyabilirsiniz. Mimoza çiçeklerinin kokusu gibidir. Adanın değişik yerlerinde fırlamış mimozalar, sarının içindeki dansını izleyebilirsiniz.

Ada sadece ölülerin ruhlarını değil, yaşamın güzelliklerini de içinde barındırır. Limana adım atmaz, sizi bir saat kulesi karşılar. Saat kulesinin sessini izlerken, yolda sağlı sollu dükkanlar ile karşılaşırsınız. Ada denince izole yaşam diye düşünebilirsiniz, korunmalı alan. Fakat ada İstanbul’un kokusunu taşır, rengini safiye dinginliği ile karşılar. Ada içinde motorlu araç yoktu eskiden, şimdi araçlar ile her an karşılaşabilirsiniz. Resmi plakalı araçlar adanın hizmetindedir. Adayı betimleyen en önemli unsur paytonlardır. Paytonlar ile adayı gezebilir, belirli güzergahlardan geçerken çevredeki yalıların güzelliklerini izleyebilirsiniz. Bakımlı bahçeler, içeride yaşam belirtisi olmayan villalar. Bahçelerinde yeşilin her rengini görebilirsiniz, bazılarında ise mimozalar.

Adada yaşam sakindir, koşturmaca değil dersiniz, fakat günlerden Pazar ise öyle olmadığını adım attıktan sonra anlarsınız. İstanbul’da motorlu araçlar, burada paytonlar. Birbiri ile yarış yapar gibi koşturan paytonlar, araçlar gibi sollayanlar. Payton şoförleri tıpkı taksi şoförleri gibi davrandıklarını gördüm. Bir telaş içindeler, daha çok para kazanmak için koşturulan atlar.

Adanın bugün sembollerinden olan bir kiliseye doğru yolunuzu bulursunuz, çünkü tüm yollar bu kiliseye çıkar! Roma’nın adadaki sembolü gibidir. Kiliseye çıkan yokuşun başı paytonlar ile doludur, bir de dilek tutacaklar için bir şeyler satan satıcılar. Aya Yorgi Kilisesi'ne doğru giden yol taşlar ile örülmüş. Dik bir yamacın sonunda en üst tokta da ulaşılıyor. Zirvededir ve zirvede ki kilise hedeftir. Zirveye ulaşmak sadece dağcıların hedefi değildir, zirveye çıkmak isteyen her meslek sahibi gibi duyumsarsınız. Zirvede olmak önemlidir, çünkü hep aşağıda kalan insanlara bakmak ayrı bir duygudur. İnsanın egosunun tatmin olduğu yerlerdir. Zirveye ulaşmak farklı bir duygudur, yorgunluğa değmesi gereklidir. Ben oraya çıkarken kendi egomun bencilce isteklerine kulaklarımı kapattım, sadece çevreye bakmak ve fotoğraflamak amacındaydım. Elbette elimdeki metne sadık kalarak nereye gittiğimi de biliyordum. İnsanın ciğerine oksijen girmesi için iyi bir fırsat olarak düşündüm.

Aya Yorgi Kilisesi önce kurulmuş sonra kaybolmuş, kaybolduktan sonra bulunması bir efsane olmuş. O efsane nedeniyle her yıl binlerce insanı buraya çeker.

Bir çobanın rüyasına üç gün üst üste giren Aya Yorgi tepeye çıkan uzun yolun sonunda çan seslerini duyacağını ve orayı kazmasını söyler. Çıplak ayaklarıyla yokuşu tırmanan çoban gerçekten tepeye yakın bir yerde çan seslerini duyar ve bulunduğu yeri kazmaya başlar... Saint George'un (Aya Yorgi) denizden çıkan bir canavarı mızrağı ile öldürdüğü bir ikona bulur. Çobanın bulduğu bu ikona şimdi kilisede sergilenmektedir. Efsane kulaktan kulağa yayılır. Bu kilisenin yeniden bulunması bir mucize olarak görülür ve her dinden insan buraya dilek tutmaya gelir.

Adanın zirvesine çıkılıp da dilek tutulmaz mı, mum yakılmaz mı kilisede. Bir paskalya tatilinde Aya Yorgi Kilisesinde zirvenin vermiş olduğu olanaklar ile fotoğraf çekmemek mümkün mü? Fotoğraflar ile objektifimin gördüğü anı dondurarak aşağıya doğru koşar adım indim. Adan ayrılma vakti gelmiştir, şehir üstündeki sis kalkmamış, sis içinde yaşanan gerçeklerden uzak bir ada sakinliği içinde günümü noktalamak için limana ulaştığımda İstanbul’un karmaşası ile karşılaştım. Limanı yapan mimarın bize sunduğu ışık oyunu içinde sürgünlerin ve idamların diyarını arkamda ki sisin yaydığı gri içinde bırakıyordum, gelecek günler sis içindeydi. Bir gün bir çoban rüyasında gördüğü kiliseyi buluyordu, ben rüyada görünüp bulunan kiliseyi gördüm bugün.

Adanın ilk günlerde kullanıldığı gibi kullanılmadığını ayrı bir tatil yöresi gibi algılandığını bir gün yaşayarak gördüm. Ada artık sürgün yeri değil, İstanbul’un karmaşasından kaçmak isteyen kendi mesleklerinde zirvede olanların yeri olmuş durumdadır. Elbette bir de gerçek adalılar. Onlar binlerce yıldır yaşadıkları gibi yaşamaya devam ediyorlar, onlara bakarken, onların atalarını düşündüm. Belki isyankar dedelerin torunlarıydılar. Sürgün diyarından bugünlere gelirken ada ne gibi değişimler yaşamıştır? En azından sürgün edilenler şimdi adanın bugünkü halini görmüş olsalardı ne düşünürlerdi! Zorla ikamet edilenler ve gönüllü ikamet etmek için servet harcayanlar!

Adanın zirvesinden büyük bir depremde kaybolan adayı gözlerim aradı, belki o ada da rüyalara girmiş bir kilise durmaktadır. Kim bilir, belki başka birinin rüyasına girer de o sular altındaki kilise bulunur!

Hiç yorum yok: