20 Ocak 2008 Pazar

Deprem!

Deprem!
Bugüne kadar okuduğum yazılarda öne çıkan düşünce deprem sonrası neler yapılması gerektiği üzerinedir. Deprem yaşadığımız dünyanın bir gerçeğidir, insanların büyük bir bölümü yaşamlarının içinde depremi yaşamıştır ya da ona benzer bir felaket ile yüzleşmiştir. Bizim tarihimiz içinde deprem ile yüzleşme 17 Ağustos depremi sonunda olmuştur. Daha önce de depremler yaşanmıştı, fakat bu kadar büyük bir kayıp ile yakın tarihimizde karşılaşmamıştık. Deprem toplumsal yapıyı değiştirebileceğini yaşayarak öğrenmiş olduk.

Deprem sonrası yapılması gerekenler bu yaşadığımız travma sonucunda gündeme gelmiştir. Madem biz bu gerçek ile yaşamak zorundayız, o halde yaşayacağımız deprem sonrasında ve deprem anında neler yapmamız gerektiğini bilelim ile sonuçlanmıştır.

Deprem ile iç içe yaşayan Japonya’daki süreci inceleyen yazılara pek rastlamadım, sadece orada olan depremlerin sonucunda kimsenin burnunun kanamadan atlatılması karşısında duyulan şaşkınlığı haberlerde izledim. Orada deprem ile yaşamayı nasıl öğrendiklerini incelemedik. Büyük felaketler sonucunda neler yapıldığı ile ilgilenildi. Uzak Asya’da tusunami sonucunda verilen büyük kayıp ile yüzleşildiğinde, bizde de bunun olabileceği konuşulmaya başlandı. Kendi tarihimiz içinde meğerse bu felaketi yaşamışız dedik, okuduğumuz makalelerde. (3 bin yıl boyunca ülkemiz denizlerinde yüzden fazla tusunami tespit edilmiş. İ.Ü. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yıldız Altınok, 15 Ocak 2005, Yeni Şafak Gazetesi)

1986 yılında yapılan Atıf Yılmaz yönetmenliğinde Şener Şen’in başrolü oynadığı ‘Değirmen’ filmi bizi kendi gerçekliğimiz ile karşılaştırır. 1914 yılında geçen bir olay ve onun yansımalarını bir kasaba çerçevesi içinde kara mizahın müthiş gücünü kullanarak bir siyasi taşlamalardan biridir. Bizim deprem karşısında tepkimizi ve dış güçlerin olaya bakışı ile yüzleşiriz. Günümüze doğru geçmişten bir gönderme vardır.

Biz olayların sonuçları ile ilgileniyoruz genellikle. Gelişim aşaması ve sonuca giden yol konusunda geriye doğru yapılmış çalışmalara pek önem vermiyoruz. Sonuç ve sonuç ile birlikte yaşanmış felaketlerden ders almaya çalışıyoruz. Ölenler ve yaralılara nasıl en kısada yardım edebiliriz, yerleşim alanları nasıl oluşturabiliriz, yeteri kadar çadırı en kısa zamanda oraya nasıl yetiştiririz konusu daha öncelikli olabiliyor. Deprem konusunda oluşan korkudan faydalanan sözde bilim adamları bir sektör olarak bakarak bu korkudan faydalanmaya çalışmaktalar. Deprem korkusu deprem riski taşıyan alanlarda nasıl bir ticari araca döndüğünü 17 Ağustos depremi sonrası yaşayarak öğrendik.

Ankara yakınında olan, orta çaplı deprem sonrasında oluşan korku dalgası, tusunami dalgası gibi beyinlerimizi ve duygularımızı da vurdu. Korku yeryüzünü hemen kucaklayan bir salgın hastalıktır. Son yıllarda yeryüzünü o kadar fazla korku kapladı ki, sokağa çıkarken dahi insanlar korku ile adım atmaya başladılar. Korkuyu ortadan kaldırılacağına inandıkları her türlü önlemi dahi gönüllü kabul eder konuma geldiler. Alınan önlemlerin kendi özgürlünü yok ettiğini bilerek kabul eder konumdadır.

Deprem oluşma süreci bellidir, ne zaman depremin olacağı belli değildir. Deprem anında ve sonrasında neler yapılacağını kabaca bilmemize rağmen, depremin kendisinin öldürmediğini biliyoruz. Şehirler; onları oluşturan şehir mimarisi ve binalar. Ülkemizin hangi şehri depreme hazır? Hangi şehirde alt yapı sorunu çözülmüş? Deprem anında en önemli araç iletişim olduğuna göre, yeraltında giden kablolar acaba deprem anında kopmayacağını, yeraltından giden gaz boru hatlarının patlamayacağını ve yangına sebep vermeyeceğini, elektrik kabloların kopup yeryüzünü birer ölüm tuzağına dönüştürmeyeceğini kim söyleyebilir?

Deprem olacaktır, ülkemizde deprem gerçeği binlerce yıldır yıkılmış eski şehir kalıntılarından da bellidir. Anadolu beşik gibidir, savaşların yıkmadığını doğal felaketler yıkmıştır. Biz bu geçmişe rağmen herhangi bir felakette ilk defa karşılaşıyormuş gibi tepki veriyoruz. Biz her olayda Amerika’yı yeniden keşfediyoruz! Deprem ile barışık yaşayan toplumların tecrübelerini yok sayıp, biz yaşadıklarımızdan sonuç çıkarmaya çalışıyoruz. Yaşamadıklarımız hep bize yabancı olarak kalacaktır!

22.12.2007

Hiç yorum yok: