6 Ocak 2008 Pazar

1 eylül-Varşova


Varşova’da tren istasyonunun önündeydi. Çevrede fark edilecek bir koşuşturma vardı. Bu koşuşturmalar arasında şaşkın şaşkın çevresine bakmaktaydı. Bu koşturmalara bir anlam veremediği yüzünde ki ifadesinden belli oluyordu. Belli belirsiz bir sis vardı tren istasyonunun önünde. Soğuk içine işlediği titremesinden belliydi. Kımıldamıyor, sadece etrafına boş boş bakmaktaydı. Acı acı siren sesleri duydu, bu öyle normal bir ses değildi, insanın içine işleyen bir korku gizliydi. Etrafta, özellikle dükkân girişlerinde kum torbaları konmuştu. Kum torbalarının arkasında etrafına telaşla bakan askerler bulunmaktaydı. Koşuşturmalar eski hızını mı kaybetmişti, yoksa koşacak insan mı kalmamıştı? Sessizleşmişti etraf! İstasyonun önünde duruyordu. Perişan bir hali vardı, yırtık pırtık olmuş elbisesi onu daha bir zavallı gösteriyordu. Sessizlik olduğu yerde onu, esir almış gibi duruyordu. Çevreden bağrışmalar vardı, sanki deprem oluyormuşçasına bir gürültü duymuştu. Gökten geçen uçaklar arkalarında kara bir çizgi bırakırken, yeryüzünden siyah dumanlar çıkmaya başlamıştı, her yer sarsılıyordu, camlar bir bir yere doğru düşerken, o hala caddenin ortasında donmuşçasına duruyordu. Sokakta ondan başka birisi yoktu. Patlamalar artık çok yakınında oluyordu, bir uçak tren istasyonunu da vurmuştu. Gökyüzünde kuşun yerini, demir kanatlı kuşlar almıştı. Bunlar durmadan bombalarını Varşova şehrine atıyordu. Prusya impatorluğunun dağılmasından sonra oluşan Polonya daha özgürlüğünü yaşayamadan savaşın içinde bulmuştu kendisini. Başkent Varşova şu an bombaların altında yıkılıyordu, fakat ihtişamını sürekli hissettiriyordu. Sokağın ortasında hala duruyordu. Sanki çevresinde ki bombaların patlaması onu etkilemiyordu. Yalnızdı, onu görebilecek başka bir insan da yoktu, üstü başı yırtık perişan bir haldeydi. Uzun süre banyo yapamamıştı o yüzden saçları kalınlaşmıştı, daha doğrusu kafasına bir yağ tabakası oturmuştu. Elleri ceplerinde çevreye bakıyordu, önünde kat kat binalar olmasına rağmen ufka bakar gibi bakıyordu, sanki geçmişe bakıyordu!
”Yorgundum, açtım, en önemlisi yakalanmamak, yoksa yurtdışı edilebilirdim. Fakat buradan nereye yurtdışı edilebilirdim? Vatanım yoktu uzun zamandır. Atalarımın yaşadığı yerde artık bizler yaşayamıyorduk, her birimiz ya gökyüzüne ya da çöle sürülmüştük. Bakın şimdi atalarımın yaşadıkları yerlere, dumanlar hala tütmekte, kiliselerimiz için için yanmaya devam etmektedir... Bizsiz onlar olamaz, onlarsız biz... Var olmaya çalışıyoruz... O acılı günlerden beri gökyüzü bizim için gri, ondan dolayıdır belki bu şehre daha çabuk alıştık, çünkü buranın havası sürekli gri. Güneş kendini gösterdiği zaman bile, şehrin üzerinde gri bir tabaka bulunur... Dumanlar arasındaydım, cehennemi bir daha yaşıyorum, dumanlar geliyor her yerden, öksürmemek için kendimi zor tutuyorum, gökyüzünden yağmur yerine cam, taş yağıyordu... Sığınmak bir yerlere ama nasıl?
Uzun bir süreden beri konuşulmakta olan Alman saldırısı başlamıştı. Beklediğimiz bir durum olmasına rağmen, şaşırmıştım işte! Uzun zamandır her binanın önüne kum torbaları konmuştu, yollar sıkı kontrol altında olmasına rağmen sanki beklenen değil de sürpriz olmuştu... Gökten bombalar yağmaktaydı, ilk defa karşılaşıyordum, bu kadar uçağın bir arada yeryüzüne bomba bıraktığını... O dev gibi binalara çarptıkça yeraltından sanki büyük bir homurdanma duyuyordum, zelzele gibi bir şey, her şey sallanıyordu... ”
Bombaların altında o binadan bu binaya doğru koşturan insanlar, siren sesleri her yeri kaplamıştı. Kızılhaç görevlileri, yıkılan binaların altından yaralılar taşıyordu. İtfaiye yanmaya başlamış binalara su sıkmaya çalışıyor, ama faydasız, durmadan bir yenisi geliyordu... Hiç durmayacak gibi saldırıyordu Alman uçakları... Varşova sallanıyordu, yanıyordu... Bir şehir yanıyordu, içinde insanları ile birlikte.
”Yanıyorduk, kilisenin içinde kurtulmamız imkânsızdı. Köyümüz Kızılırmağın yakınlarında bir tepe üzerinde kurulmuştu. Köy meydanında kilisemiz bulunmaktaydı. Tek katlı evlerden oluşan köyümüzün aşağı mahallesinde Müslümanlar da yaşamaktaydı. Onlarla, o günlere kadar herhangi bir sorun yaşamamıştık. Daracık sokaklardan oluşmakta olan köyümüzün büyük bir bölümü hayvancılıkla geçiniyordu. Yazın aşırı derece sıcak olduğundan yaylalara çıkar hayvanlarımızı orada otlatırdık, kışlık için bir şeyler eker onları orada toplardık. Yazın köyümüz hepten boşalırdı. Müslümanlar ve bizler, toplu olarak yaylalara giderdik. Yakınlarımızda orman vardı, kışlık yakacaklarımızı da orada toplar büyük bir yükle birlikte köyümüze dönerdik. Köyümüz öyle yol üzerinde değildi. Burada bizim yaşadığımızı bilmeseler, buralara insan adım atmaz, hani derler ya; yol geçmez, kervan geçmez bir yerdeydik. Köyün üst tarafı keskin kayalardan oluşurdu, oralarda oluşmuş mağaralar vardı, o mağaraların bazıları bizim için kutsal olması gibi, burada ki Müslümanlar içinde kutsaldı. Yayla dönüşü toplu olarak orada eğlenceler düzenler, birbirimizin gönlünü alırdık.
Köy hali, her zaman her kişi birbirleri ile barışık olmaz ya, olur çocuklar kendi aralarında kavga ederler, bu durumda bazen aileler karışır, kavga büyür, araya yaşlılar girmese kan gövdeyi götür sanırsın, ama sonuçta hiç bir şey olmamış gibi normal yaşantıya döner köy.
Biz paskalyada ve kutsal günlerimizde evde pişirdiklerimizi Müslüman ailelerine dağıtırken hiç alınmayız, aksine seviniriz, onlar da bu sevincimize katılır, bizle birlikte o kutsal günleri yaşarlar. Onların bayramların da ise biz onların sevinçlerine karışırız. Bir barış köyüdür bizim Çepni. Bazen alışveriş için Kayseri’ye gider alacaklarımızı alır, satacaklarımızı satar dönerdik. Kayseri’de de kiliseler vardı. Bazen oralarda ki ayinlere katılmak büyük bir heyecan verirdi. Çocukluğumdan unutamadığım günler, o Kayseri’de ki ayinler ve daha sonrası şehirde dolaşmamızdı. Orada Yunanlı Ortodoksların da kilisesi vardı. Onlar da Hıristiyan, bizler de Hıristiyan’dık ama biz bir birimizin kilisesine gitmezdik. Onlar biraz bize göre varlıklıydılar, ondan dolayı kiliseleri daha göz alıcı olduğunu duymuştum. Ama bugüne kadar onların kilisesine gitmedim. Onlar Kayseri’de ticaretle uğraşır, tıpkı bizimkiler gibi zanaatkârdılar. Paskalya öncesi, karın boyumu aştığı günler de bir şekilde Kayseri’ye ulaşır, topluca ayine katılırdık. Bu her sene tekrarlamasına rağmen, her gidişimde ayrı bir heyecan duyardım.
Çepni hala yerinde duruyor mu, ne oldu orada ki evlerimiz, dostluklarımız? Çocukluk arkadaşım Celalettin hala yaşıyor mu? Pazar günleri biz ayine katılırken o dışarıda beni bekler bir an önce bitmesini beklerdi, daha sonra oyunumuza dalar giderdik, grup oyunlarında onun hep benim grubumda olmasına özen gösterirdim, aynı özeni o da gösterirdi. Zaten herkes bizi kardeş bilirdi. O Türk olmasına rağmen sarışındı, o yüzden Türklerden hemen ayrılırdı, aksilik bu ya ben de hep esmer olmuşum, kafalarda ki o gâvur tanımına uymuyordum. Çocukluğumdan beri tıknaz biriydim, diğer çocuklara göre daha zayıf ve küçük boylu olmama rağmen zeki olduğum söylenirdi. Ara sıra balık tutmak için Kızılırmak’a giderdik. Köyümüzün alt tarafından akıyordu, adı gibi kızıldı. Çocukluğumun birçok anısıyla süslü... ”
Çevrede koşturmalar vardı, hala sokağın ortasında durmaktaydı, şehir yanıyordu. Askerler yıkılan binalara doğru koşuyor, yaralıları dışarıya çıkarmaya uğraşıyorlardı. Arabaların önlerinden koşan, dumanların arasından çıkan insanlar, her biri bir çığlık atarcasına koşuyorlardı. Yaralıları taşımaktan yorgun düşmüş hastabakıcılar...
Kırmızı yapraklar yeryüzünü kucakladığı zamanlarda olmamıza rağmen, bir sis kaplamıştı her yeri. Yeryüzü bir toprak örtüsü ile örtülmüştü. Her araç geçtiğinde toz, gökyüzüne kalkıyor, sonra yere doğru süzülüyordu. Gökyüzünden bombalar yağmasa belki romantik görüntüler oluşturabilirdi. Acı örtmüştü Varşova’nın üstünü. Sokakta hiç bir şey olmamacasına çevresine bakmaktaydı, boş gözlerinde kendi vatanı vardı sanki.
”Kıtlık vardı, ülke durmadan savaşlara giriyor, kaybederek çıkıyordu. Her kaybetmesinde biz biraz daha fazla vergi vermek zorundaydık, sadece vergi değil on sekizine basmış ya da gün almış delikanlılarımızı da veriyorduk. Bir askere alındın mı, ya ölüm haberini alıyorduk ya da ölmüş bir insanı çağrıştıran zavallı görünümünde alıyorduk. Savaş rüzgârı her yeri kaplamıştı. Her aile biraz boy atmış delikanlılarını göz önünde olmaması için yaylalara gönderiyordu. Bunu sadece bizler değil aşağı mahalledeki Türkler de yapıyordu. Kader birlikteliğimiz olmuştu... Sessiz bir dayanışma vardı aramızda. Savaşın başladığını çok olmadan duymuştuk. Günler daha bir ağır geçiyordu. Huzursuzluk her yeri kaplamıştı. Verecek artık hiç bir şeyimiz kalmamıştı. Canımızı da almazlardı ya!”
Boş gözlerinde vatanında bıraktığı son sahneler vardı, dumanın arasında kalmış öylesine duruyordu. Sanki bir heykeldi, belki de tanrı koruyordu onu! Bombalar binalara çarpmasıyla birlikte korkunç bir duman kaplıyordu etrafı, dumanın arasından taş parçaları, cam kırıkları etrafa bir yağmur gibi inerken, o orada bir heykeli andırırcasına durmasına devam ediyordu. Etraftaki bağırtılar, ağlamalar onu pek etkilemiyordu. Siren sesleri yaşamın içine işlemişti, sanki dünya yaratılırken bu sesler yeryüzüne bırakılmıştı, o günden beri sürekli çalıyordu! İtfaiye, ilk yardım ve polis arabaları siren sesleri ile geçerken arkalarında büyük bir toz birikintisi bırakıyordu.
”Bir Temmuz ayında bütün köylülere ulaşılan kara haber gelmişti. Tüm Ermeniler zorunlu olarak göçe zorlanıyordu. Çevre köylerde oturan Ermenilerle birlikte toplanıp Sivas’a doğru götürülecek, orada ki Ermenilerle birlikte başka yerle gideceklerdi. Bu resmi bir bildiriydi. Bunun duyulması ile birlikte sancılı bir bekleyiş başlamıştı. Ne yapacaklardı, direnebilmelerini örgütleyebilecek olan Hıncak Partisi’nin ileri gelenleri Nisan ayında tutuklanmışlardı. Bunu izleyen günlerde Haziran ayının içinde Ermeni ileri gelenleri tutuklanmıştı. Koskoca bir halkı da tutuklayamazlardı ya! Sıcak her yeri kavuruyordu. Tarlalarda başaklar sarıya durmuş, yeryüzünden yeşil sanki kalkmıştı. Kuruyordu her şey, doğa gibi. Dudaklarımız çatlamıştı, susuzluktan!
Bekliyorduk... Bir Temmuz sabahı... Sanki kaderimize boy eğiyorduk... Bekliyorduk meydanda... Gelecek diğer Ermenileri... Sessizce... Aşağı mahalledeki Türklerde evlerine kapanmış olanları sanki görmek istemiyorlardı... Dağ taş asker olmuştu! Bekliyorlardı etrafımızda. Yürü emrini verdi Türk subayı, ayaklarımız bizi taşıyamıyordu sanki. Sürüyorduk ayaklarımızı... Arkamıza bakarak yürüdük. Celalettin’i düşündüm, o benim buralardan uzaklaştığımı biliyor muydu, bir daha görebilecek miydim? Bu savaş bittiğinde gelip görecek midim bir daha buraları? Uzun bir süre sonra arkamıza bakmadan yürüyorduk, her şey üzerimize binmişti, kaldıramıyordu ayaklarımız vücudumuzu... Gemerek’ten gelen Ermenilerle birlikte Sivas’a doğru gidiyorduk. Dağları aşmamız gerekiyordu, kafile başındaki askerler bizleri dağlara doğru yönlendirdi. Biliyorduk buraları avucumuzun içi gibi, çünkü biz buralıydık. Askerlerin arasında bilinmeze doğru gidiyorduk... Sanki doğa susmuş, bizim bu halimize üzülüyordu. Hiç bir ses yoktu! Uzaktan gelen tek tük silah sesleri bu sessizliği bozuyordu. Yolda giderken büyük bir toz birikintisi gökyüzüne doğru çıkıyordu. Ağzımız ve burnumuzu toz doldurmuştu. Toz dumanı içinde ağır ağır yol alıyorduk. Bu tozun içinde gittiğimiz yere bakmıyorduk, bastığımız yerlere dikkat etmeden yürüyorduk. Tökezleyen oldu mu içimizden birileri onun koluna giriyor, yan yana yürüyorduk. Sessizliği bozan silah seslerini daha yakından duymaya başladık...”
Yerinden kımıldamıştı, gözlerinde ki boşluk kalkmış bir damlacık yerini almıştı. Yeryüzüne bomba yağıyordu hala. Toz ve dumanın altında. Üstünün kirliliğini toz kapatmıştı, saçının rengi yoktu artık, her yeri toz rengini almıştı... Renksizdi!
”Silah sesleri artık yanı başlarındaydı...”
Renksizdi her şey! Varşova ateşlerin içinde tek renge dönüşüyordu, içindeki her şeyle birlikte...
”Kilisemiz yanıyordu, bizimle birlikte...”
Bir şehir yanıyordu, içinde insanları ile birlikte...
Mart-Nisan 2002 - Köln
ismail cem özkan

Hiç yorum yok: