6 Ocak 2008 Pazar

"sonlu anlamanın sonsuz kullanımı"


Sanki dün on yıl öncesi gibiydi, bugün gelecek on yılı temsil ediyordu!
Her şeyin karışması gibi iç içe geçtiği bir zaman diliminden geçmekteyim!
Dergi çıkarıyordum yarın, onun hazırlıklarını on yıl önce yapmıştım. Bu hazırlıkları bugün bitirdim. Bu akşam uyuyabilir miyim bilemiyorum, her yerim titriyor. Yemek de yiyemedim, aç mıyım, tok muyum bilemiyorum, zaten aklıma da gelmemişti! Bugünden o günlere bakınca aynı heyecanı duyuyorum, o saf inanılmaz enerjiyi... Yoldaşlarımla yola çıkıyordum, bilemiyordum yaşantımı kökten değiştireceğimi, fakat yola çıkıyordum.
İlk defa karşılaşıyordum hayatımın kadını olacak kişinin o kurnaz bakışları ile... Biraz küçümser bakıyordu, babasının kızı, anasına yine de sormak gerek! Bizim bildiğimiz babası, gerçek babası mıydı? Ona sordum, babanın kızı mısın diye, çünkü babasını gelecek on yıl içinde tanıyacaktım, ona hiç benzemiyordu!
Hiç bilinmeyen, çok bilinenlerle uğraşmaktan yolunu yarısını tamamlamış benim gibi biri için, bu karmaşadan kurtulmak o kadar da kolay olmadığını geçmiş on yıl içinde anlamıştım, yaşamam için gelecek on yıla ihtiyacım vardı, fakat şehrin bu kaldırımları bana bu konuda şans tanıyacak mıydı? Karmaşa, kaldırımlara kadar inmiş, iğrenç ilişkiler içinde boğuşan insanlığın boynuna dolanmıştı, nefes alabilir miydim, yoksa dönüşmeli miydim, herr K. olmak ya da başka simgeler olmak... Dönüşmek, çağımızın hastalığı, bir hizaya gelmek, emirler karşısında boynumuzu büküp Murtaza’laşmak... Yoksa bilmediğimiz bir zaman dilimi içinde gri yaşamak, gerçekten yaşantımız hangi renkten oluşuyor?
Pencereden bakardık, televizyon henüz bulunmamışken. Odanın sessizliğinde birbirimize bakmadan dışarıdaki gelişmeleri yorumlardık, şimdi aynı işlemi televizyon ekranına yaparken görüyorum, on yıl sonra bilgisayar ekranına ve daha henüz görmediğim ekranlara bakarken yapacağız. Sadece ortak noktamız birbirimizin suratına bakmadan, orada olduğuna emin olarak anlatacağız, sokaktaki yaşantıyı !.. Bizim dışımızda ki yaşantıyı anlatırken, sanki kendi yaşantımız gibi bir haz duyacağız... Farkına varmadan ömrümüzden günlerin eksildiğini düşüneceğiz! Düşünecek miyiz ?...
Düşüncelerinde gri olduğu bir çağda yaşıyorum. Bütün geleneklerin ve birikimlerin teker teker paraya dönüşüldüğü geçen on yılda kendimizi kaybettiğimizi, gelecek on yılda anlayacaktık! Şu anda kimliklerimiz elimizden alınmış sorguyu bekleyen tutuklular gibiydik, ayakkabı bağcıklarımızı, kravatlarımızı sorguya girmeden önce ellerimizden almışlardı. Bunları teslim ederken dahi çevremize bakmamız yasaktı. Başımızdan aşağı bırakılan paltolarımızın altında sadece ayaklarımızı görüyorduk, başka bir alan kalmamıştı bakabileceğimiz. Henüz öğrenciydim, üniversitede kravat takma zorunluluğu olduğu zaman dilimini yaşıyordum. Ondan dolayı boynum da medeniyet yularını görmek beni şaşırtmadı. Sorgucu da, sorgudan önce bunlara el koyuyordu. Yoksa tek kişilik hücre de ölü bulunmam içten bile değildi! Karanlık insana her şeyi yaptırırdı. Karanlık güçlerin nefesini yanımda hissetmem içten bile değildi. Su vardı sokaklarda. Durmadan kaldırım kenarlarından akıyordu. Kaldırımda yürüyen herhangi birinin üzeri çamur olması için on yıl beklemesine gerek yoktu, o an olabilirdi, yandan geçen herhangi bir araç bunu rahatlıkla sağlayabilirdi. Kaldırımın yola en uzak yerinden yürür ise, en azından baştan aşağı çamur olmazdı! Yerlerde su vardı. Atıldığı hücrenin tabanı sular içindeydi, nerede duracağını bilemedi, nereye adımını atsa su vardı. Ayakkabısında bağcık da yoktu, çünkü onu dışarıda almışlardı. Bağcık deliklerinden ve ayakkabının ayağını tam kucaklamaması yüzünden su içeriye doğru akıyordu. Bu akışı engellemek için ayak parmaklarının üzerinde durmayı denedi, çabuk yorulmuştu, ayaklarının ucuna basarak duvara yaslandı, bir süre güç aldı, fakat ayakları yavaş yavaş tabanlarına doğru kaydı, su ayakkabının içine doğru akıyordu. Engellenemez bir üşütme gelmişti, su soğuktu. Ayakları yavaş yavaş alışıyordu, su içinde kalmaya, dışarıda başına attığı paltosu artık üzerindeydi, görebileceği insanlar yoktu çevresinde, karanlıkta, karanlığın soluğunu duyuyordu, bir de dışarıdan gelen sesleri, bağırtılar, haykırışlar, ama normal değildi! Bu sesler gelecek yıllarda da hiç kulağından eksik olmadı...
On yıl öncesini yaşıyordu, nasıl yurt dışına kaçtığını, orada yoldaşları ile buluşacağını sanırken, daha karmaşık ilişkilerin arasında bulmuştu, her kişi başka bakıyordu, yoksa çıldırmış mıydı dünya? Onların bakışlar bir makineyi anımsatıyordu, bunu anlaması için yılların geçmesini beklemesi gerekiyordu! Kulağında ki sesleri de yanın da getirmişti. Yurt dışında yaşadıkları, hücrede yaşadıklarından daha acı vericiydi, daha bir olgunlaşmış, davranışları ağırlaşmıştı, zaman zaman heyecanlanır, biraz sonra o heyecan yerini düşünceler bırakırdı. Ülkeden herhangi bir haber gelse, kulaklarını o yana dönderir, her bir kelimeyi ezberlercesine dinler, sonra hiç bir şey olmamacasına çalışmasına devam ederdi, çünkü o bu sırada bir iş bulmuştu kendine, kendi ayaklarının üzerine basması gerekiyordu, yoktu yanında yoldaşları, sadece makine bakışlı insanlar vardı çevresinde !...
Kapı gıcırdayarak açıldı, kapı demirden miydi, yoksa ağaçtan mı? Rengini göremediği için ne olduğunu tespit edememişti. Ne fark ederdi ki, ha demirden ha ağaçtan! Sonuçta onu orada alı koyan bir araçtı... Gıcırdayarak açıldı, yüzünü görmediği biri bağırdı, ”arkanı dön!”, dündü, fakat arkası neresiydi, burada zamanı kaybetmekle birlikte yönünü de kaybetmişti... arkası neredeydi?
On yıl sonra bunları düşündü. Yurt dışındaydı, burada da yönünü karıştırıyordu. Örneğin taksiye bindiğinde eliyle solu işaret ederken, sağa dönmesi gerektiğini söylüyordu. Taksi şoförü, yabancı olduğunu bildiği müşterisine bir bakar ve küçümser dille sola mı gitmek istediğini sorar, o utangaç bir tavırla yönü sadece eli ile gösterirdi...
Kapı açıldığında önce keskin bir hava girdi, boğazını yakmıştı, öksürmemek için kendini tuttu, küçülmeyecekti o insanlar karşısında. O zamana kadar boyunun ölçüsünü bilmiyordu, boyundan büyük işler mi yapmıştı ?.. Arkadan gelen biri gözlerinin üzerine bir şey bağladı, sanki kadınların taktığı sutyene benziyordu, onun biraz ufağı gibiydi, belki de çocukların sutyeniydi, orada kimlerin sorgulandığını bilmiyordu, çocukları bile sorguladıklarını duymuştu. Gözleri kadın memeleri gibi mi fırlamıştı da onu takıyorlardı yüzüne? Eli ile gözlerini yoklamak istedi, izin vermediler, hemen ellerini kollarını tutular, arkadan kıvırıverdiler, sanki kolu kopacak gibi ağrı vermişti, bağırmadı. Sesler şimdi yanındaydı, karanlığın seslerini duyuyordu, bağırtılar geliyordu her yerden, anlaşılması güç sesler... Sanki başka bir ülkeye gitmişti. Soğuk ağır ağır vücudunu sarıyordu, bilmediği bir titreme girmişti her yanına...
Düşündü on yıl öncesini, Moskova’daydı, ihtişamla karşılanıyordu, şimdi Sibirya’da ölümü bekleyen bir komunistdi, devrimin ilk yıllarında coşkuyla birbirlerini kucakladığı o günleri düşündü, o karanlık günler tekrar gelmeyecekti, yoktu artık, insanın insana kulluğu! Her kişi birinci sınıf vatandaştı, tarihe karıştırıyorlardı sınıfları... o coşkuyu düşündü, o gün bir birine kucaklaştı yoldaşı, şimdi kapıda onu bekliyordu, bir düşman gibi bakıyordu ona, en ufak bir hareketinde onu vurması elden bile değildi. O günleri konuşmak istemişti bir defa, fakat hemen onu azarlamıştı, bir hayın ile konuşamazdı, onun başına gelenlerin kendi başına geleceğinden korkuyordu belki! Bir daha konuşmadı onun ile sadece sevgi ile baktı. Ne anlatmışlardı hakkında ona... O yığınların toplandığı mahkeme salonunu düşündü, konuşturmamışlardı bile, savcı haklarında ki dosyayı okumuş, karar hemen açıklanmıştı... Şimdi buradaydı, yalnızdı hücresinde...
Anımsayabilecek miydi, on yıl sonra buraları... Şimdi Londra’da kansere yakalanmış bir komünist di, öldükten sonra küllerini İstanbul boğazından attırmayı düşünen, -ki on yıl sonra öyle yaptı, yoldaşları da oradaydı küllerini boğazdan savrulurken.- tabi ki siyasi poliste hala onu izliyordu, bu yaramaz adam hala etrafa kızıllığı bulaştırır mı diye, eee yaşadığımız çağ gri idi, kırmızı farklı bir renk ve iki rengin karışımından oluşuyordu, diğer renklere davet değil miydi ?.. Gençti İstanbul sokaklarında parti yayın organını dağıtıyordu, gizliydi her şey... Akşamları bizim radyoyu dinliyor, gurur duyuyordu Sovyetlerde ki gelişmelerden, ülke ile ilgili sorunlara duyarsız değildi, kalbi devrim için atıyordu. Yıllar sonra yurtdışına gittiğinde, daha bir coşkuyla sarılmıştı partiye, ilk defa Sovyet toprakları dışında partinin bir matbaasını kurmuştu, Londra artık onun evi olmuştu, yıllar sonra bir konudan dolayı yolları ayrılmıştı partiden, fakat o kendi yoldaşları ile bildiği yolda gitme cesaretini göstermişti. Ülkeye çıkardığı gazetenin küçültülmüş halini postalıyor, onlarla örgütlü ilişkiye devam etmişti. Şimdi boğaz sularında külleri özgürce yüzmekteydi...
O an bir on yıl öncesini düşündü, Fransa’da barikatlarda sarayın subaylarına kurşun artarken halini, barikat da canını veren yoldaşına bakarken ne hınçla dolmuştu... Giyotine giderken dahi başını dik tutmak zorunda olduğunu biliyordu, hınçla bakarken düşmana. Bir onur bırakmıştı, bilmiyordu o zamanlar tanımadığı topraklarda onun düşüncesinde olan başka bir yoldaşı aynı şekilde gitmişti darağacına...
Ankara olmalı idi, bir avukat yazmıştı anılarında, ama en iyi ben anlatabilirim, üniversitedeydim, Amerika askerlerine ”go home!” diye haykırmıştık, ülkemin güzelliği ve geleceği için kavga etmiştim... Sokaklardaydık, ellerimizde bayraklarımız, düşlerimizde geleceğimiz vardı... Yaptıklarımız ülke topraklarında bir destan olmuştu, bulunmadığım yerlerde dahi bulunmuşum gibi anlatıldı, bir gün siyah beyaz görüntüm yayınlandı televizyonlarda, polislerin arasındaydım, başım dik ve onurluydum, ben ne yaptıysam halkım ve vatanım için yapmıştım, anayasaya aykırı hiç bir şey yapmamıştım, bizler bu vatanın onurlarıydık... Şimdi darağacına giderken Fransa’da giyotine giderken duyduğum hisleri yeniden yaşamıştım...
Karanlık nefesleri yanımda hissediyordum, elimi hala bırakmamıştı, bağırmamı, yalvarmamı bekliyordu, benden ses gelmiyordu, durmadan büküyordu, bükerken de beni itekliyor, bir yerlere doğru sürüklüyordu. Kapılar açıldı, yüzümü bir sıcaklık sardı, sanki yanıyordum, biri içerden bağırdı, ”soyun!”, ne anlama geliyordu, soyunmak ?!.. Bizler zaten çıplak gelmiştik dünyaya, kutsal kitaplar da bunu doğruluyordu! ”anne bak kral çıplak!” diye bağıracak çocukta yoktu orada, o halde bizim soyunuk olup olmadığımızı nereden biliyordu da bağırıyordu... ”soyun!”... Soyunmak için kollarımı kımıldattım. Karanlık nefesli adam o an farkına vardı. Hala elim ellerindeydi ve bükülmüş haldeydi. Vücudumda ona uygun bir şekil taşımaktaydı. Ellerimi bıraktı. Soyunmaya başladım. Önce üstümü çıkardım. O an aklıma geldi, ya külotum kirliyse, olmazdı ya, onu da çıkartmazlardı ya, ondan mı bilmiyorum yüzümün kızardığını hissettim. Sıcak durmadan her yanımı kuşatıyordu, sanki önümde beş yüz amperlik lamba yanıyordu, ya da bir kalorifer kazanının önündeydim, kaldığım yerde çok ıslandığımdan olsa gerek, üstümü kurutmak için çıkarıyordum, ayaklarım, suya alışmıştı, burada su da yoktu, kuruydu... Ayağımı da çıkardım ayakkabıdan, yer ne kadar kuru geldi, sanki betona basıyorum gibi geldi, daha soğuktu, fakat yüzüm yanıyordu, utancımdan mı kaynaklanıyordu, yoksa... Sınavlarda yaklaşmıştı, sınavlar zamanında kopyada çekemezdim, çekmeye kalkıştığımda yüzüm kızarır, ellerim titrerdi, gerçi sınavda değildim, ama yanıyordu işte! Üstümü çıkarmıştım, karanlıktan bir ses "altını da!" dedi, şimdi ne olacaktı, ya kilodum kirli ise, rezil olacaktım, karanlıkta ki bu adamlar karşısında! Önce olamaz der gibi vücudumu hareketlendirdim ki nereden geldiğini anlayamadığım bir sert cisme çarptım, ya da o bana çarptı... Tokat da olabilirdi, tekme de...
Bundan on yıl önce ilkokula yeni başladığımda öğretmen bir gün bütün öğrencileri hizaya getirip, ne tokatlamıştı... Neden tokat yediğini anımsamadı, fakat acısını sanki bugün gibi hissediyordu!
Pantolonunu da çıkardı, sadece bir kilodu kalmıştı, ”soyun!” dedi, karanlıktaki ses, somutlayamadı sesi, nasıl bir yüzü vardı, kendisine benziyor muydu, yoksa o hiç buralarda büyümemiş miydi, boyunun ölçüsünü de bilmiyordu!
Moskova’da kaldığı yıllar gözlerinde, şu anda Sibirya’da ki mezarının içinde, tarihin karanlık sayfalarına gömüldüğü yıllardaydı hala, beklemesi gereken bir on yılı vardı, proestrika gerekliydi, kendi haklılığını kanıtlayabilmek için! On yıl öncesi idi, sokaklar hala devrimin o ilk coşkusu altında devinim içindeydi, sokaklarda her rengi görebiliyordu, Tatarı, Türkmen’i, Ermeni’si, Gürcüsü, Kazağı, Çerkez, … Renk renk insanlar sokaklarda coşkuyu birlikte kutluyorlardı... Anarşistleri de saf dışı bıraktıktan sonra tek başına iktidardaydılar, mutluydu... Devrimin tüm coşkusu Moskova’yı kaplamıştı... Beyazları düşünecek zamanı yoktu. Bilseydi yıllar sonra, bu coşku kendi sonunu hazırlayacak... Devrim kendi evlatlarını yermiş, bunu duymuştu Fransız devriminden, ama aklının ucundan bile geçiremezdi, kendi yarattığı mahkemeler onu da yargılayacak, üstelik vatanına ve devrime karşı duyduğu sonsuz sevgiye rağmen yargılanmıştı, üstelik mahkemede devrim düşmanı ilan edilmişti, kimseler görmeden Sibirya’ya doğru sevk edilirken, yanında; Tatar, Çerkez’i, Türk... Yoldaşlarını da görüyordu, her birinin ağzında küçümser bir gülümseme, biraz da kırgınlık... biliyorlardı bundan yıllar sonra tüm haklılıkları kabul edilecekti! Yılları beklemek sanıldığından uzun sürdü!
Tokadın nereden geldiğini anlayamamıştı, soyulmuştu, ya da soyunmuştu... Ne önemi var, sonunda anadan doğma olmuştu, ışıkların altında, ya da kalorifer dairesinde sobanın karşısında... Karanlıktaki ses; ”konuş!” dedi, ne konuşacaktı bilmiyordu, sorularını bekliyordu, soru gelmedi...”konuş!” dedi karanlıktaki ses... Ne konuşacaktı, sordu ”ne konuşacağım?” diye, karanlıktaki ses aynı ses tonu ile, -sesinde bir ton var mıydı ?!..- ”Ne konuşacağını bilirsin!”...?!... O anda aklına geldi, okuduğu bölümü söyledi, öğrenci olduğunu vurguladı... Karanlıktaki ses aynı tonla, ”geç onları bizi aptal sanma, ne söyleyeceğini biliyorsun, yoksa oturturum şişeye o zaman bülbül olursun, konuş!”... Ne konuşacağını kafasında dönderiyor, biçiyor, fakat bulamıyordu... Bir de hakkında her şeyi biliyorlardı! Peki, neden soruyorlardı o zaman? ... Ne konuşacaktı? On yıl sonrasına gitti o an. On yıl sonrasından o ana baktı, ne kadar safmışım diye düşündü, o aptallar gerçekten hiç bir şey bilmiyorlardı hakkında, zaten yapmış olduğu fazla da bir şey yoktu, normal olarak o dönemde ne söylemesi gerekiyorsa söylemiş, üstelik yasal bir dergi de yazmış söylediklerini, o günlere de ne acılar çekmişti? Acıları sürekli yanında taşıdı yıllar boyunca... ”Konuş! Sen biliyorsun ne konuşacağını!” dedi karanlıktaki ses. bu ses on yıllar boyunca kulağından gitmeyecekti...”konuş!” diye haykırdı, sesin nereden geldiğini bilemedi, bu arada havada bir ıslık duydu, sonra kulağında bir patlama hissetti, yere yuvarlanmıştı...
Yerde yatıyordu, üzerinde yılların birikimi olan tozlar vardı, unutulmuştu, Sibirya’daydı hala, unutulmuş muydu, birileri tarih kitaplarını karıştıracak mıydı, meraklı biri çıkardı da kendilerinin kaybetmiş oldukları onurlarını en azından tarih kitaplarında da olsa yeniden verir miydi? Yer de yatmaktaydı...
Yer de çırılçıplak yatmaktaydı, ”kalk!” dedi karanlıktaki ses, ”madem dayanamıyorsun ne bulaşıyorsun ulan!” diye homurdandı... Homurtular hırıltılara doğru dönüşüyordu...
Hırıltılar gelmekteydi, yoksa araba mı geçmekteydi kapının önünden, Katolikler yeniden mi saldırmıştı mahallerine, yoksa ‘orangen’ yürüyüş zamanı mı gelmişti... Camdan dışarıya bakmak istedi, fakat karşıda sadece duvar vardı, on yıl önce her hırıltıda İngiliz gizli servisinin arabası kapıda durur, birilerini sorgulamak için alırdı, şimdi o zamanlar çoktan aşıldı, on yıl sonrasından bakmak istedi, belirsizdi her şey... Mezhep ayrılığı devam etmekteydi, ya Katolik bir kızı sevseydi, gönlünü ona kaptırsaydı, ne olurdu yaşamı? Düşünmek istemedi, olabilir miydi?
Düşünmek bile istemedi! Yerden doğrulurken bunların bir hayal olduğunu düşündü, gerçek olamazdı. Fakat ses gerçekti, ”konuş!” diye bağırdı. Konuşacaktı, konuşacaktı ama ne? Kafasının içinde tüm sorunları tarttı, politik düşüncesi hakkında ki düşünceleri biliyorlar mıydı, buradan başlarsa istemediği sonuca doğru gidebilirdi, daha başka şeyler konuşmalıydı. Ama başka ne olabilirdi? Dedi ki; - o an aklına ilk gelen şeyi söylüyordu.- ben alevi bir ailenin oğluyum, ondan dolayı belki burada bulunmaktayım, eğer soruyorsanız bunları... Karanlıktaki ses hiç istifini bozmadan ”ha şöyle yola gel pis Kızılbaş, biliyorsun burada Allah yok, izine çıktı, ondan dolayı senin Kızılbaş olup olmadığını değil ne halt yediğin konusunu konuşacağız! Hadi anlat neler yaptın? Yoksa başına ne gelecekleri biliyorsun. Hani Nokta dergisinde bir orospunun çocuğu işkence üzerine haber yapmıştı ya, okudun mu o sayıyı? Sustu... Cevap bekliyordu benden...
Cevap bekliyordum, aylardır dağlarda yaşamaktaydım, başkan ateşkes çağrısı yapmıştı, fakat bugüne kadar düşman sürekli saldırıyor, birçok ‘h*******’ ölmüştü, ama biz burada beklemekteydik. Cevap bekliyorduk, saldıralım mı diye... Düşman saflarında bulunan yurtseverler bize haber göndermişti, silahsız bir bölük asker buradan geçecekti, iyi bir yanıt olur inancındaydık, üstelik başkan da bize üstü kapalı olarak koşullara uygun davranın dememiş miydi, o halde neyi bekliyorduk, dağlar bizden soruluyordu artık, o halde her şeyi yapabilir güçteydik, bu bekleme bizi güçsüzleştiriyor! On yıl sonra o anı düşündükçe, ne kadar cahil olduğumuzu görüyorum, haklı konumdan haksız konuma doğru geçmiştik, fakat savaş kirliydi, bizimde temiz kalmamız gerçekçi olmazdı... Kirlenmişti zaman, kirlenmişti her şey...
Cevap bekliyordu karanlıktaki adam okumuş muydum? Eğer okumadım dersem yalan söylemiş olurum, çünkü o dönemde insana önem veren herkes onu okumadan edememişti, okudum anlamında başımı salladım, bunun karşılığında pis pis güldüğünü his ettim, göremedim, göremezdim de...
Göremezdik tarihin bize neler getireceğini, saldırı kararı almıştı h*******, bundan on yıl sonra o davadan dolayı yargılandı ve idam aldı, o şimdi beklemede, bizler hala on yıl sonrada olsa dağlardaydık, yaptığımız işin doğru olduğunu düşündük, sonra öyle bir saldırı başladı ki inanamadık, yer gök inledi, meğer bizim böyle davranmamızı bekliyormuş düşman, en çokta siyasi olarak saldırdı, bulunduğumuz sığınağın damlarından toprak sızıyordu, soğuktu dışarısı, fakat biz onu hissedecek durumda değildik, büyük bir zafer kazanmış ordular gibi hissediyorduk, on yıl sonra baktığımda sonumuzun başlangıcı gibi görüyorum, yanılabilirim de!..
Yanılmamıştı, okumuştum dergiyi, işkenceyi anlatıyordu, üstelik grafik eşliğinde, onu anımsattı, eğer konuşmazsam başıma neler geleceğini biliyordum, bir de şişeye oturtmaktan bahset di ki oradan kurtuluş olmazmış, şişe dolana kadar oturturlarmış. —ki o zaman insanın damarlarında dolaşacak kan kalmaz.-... Konuşacaktım da ne konuşacaktım, hiç aklıma gelmiyor, ne konuşacaktım, tanrım aklımda hiç bir olay da gelmiyor ki, illegal yapmış olayım... Arkadaş isimlerini zaten anımsamam, çünkü unutkanımdır, beni biraz tanıyan biri bilir ki bütün isimleri, ya karıştırırım ya da hocam diyerek işin içinden çıkarım, bu isim bilmemem yüzünden hiç bir arkadaşın arkasından konuşamazdım, çünkü onu tanımlayana kadar ne söyleyeceğimi unuturdum! Unutkanlık, tesadüfî olmasa gerek, hâkim güçler genellikle yakın tarihi ya unutturmaya çalışıyorlar ya da saptırarak verirler, bizim tarihimizde öyle...
Yıllar sonra anımsanmak ve onurumuzun yeniden iadesi bizim için önemli... Sibirya buzullarının altında sonsuzluğa uğurlandığımızı sanmıyorum!
Sanmıyorum bunlar bana arkadaşlarımı sormuyorlardır, ne halt yediğimi soruyorlar, ama ben hiç bir halt yemedim! Tanrım, bunlar benden ne istiyorlar! Bana, başıma ne gelecekleri anımsadıktan sonra, uslu uslu durup olanları anlatmam gerektiğini aynı ses tonu ile karanlıktaki adam belirtti... Sonra bir defter karıştırdıklarını duydum, sanki bir yerden bir şey okur gibi -ki okuması da ilkel bir okuma biçimi idi, heceleyerek ve nefesini içine çekerek okuyordu.- konuşuyordu... Bana hakım da bir dosya varmış izlenimi vermek istiyor gibiydiler, isimler saydılar aman tanrım gerçek isimler, benim arkadaşlarımın isimleri, ne arıyordu orada bu isimler, kız arkadaşımdan bahsediyordu, onunla ne halt yediğimi anlatıyordu, sonra öğrenci derneğinde neler konuştuğumu anlatıyordu da, yanlıştı tabi senaryoyu okuyorlardı, ya da yanlış bir bilgi vermişlerdi benim hakkımda, bir ara ben neymişim demek geldi, hepsi ayakları yere basmayan şeylerdi, bu bilgileri bana doğrultmaya çalışıyorlardı, onaylarsam bir şey değil üç beş senede içerden çıkarmışım, bunlarda bir maaş ikramiye alırlar ve olay kapanırmış...
Olay kapanmıyor on yıl sonrada olsa hala o 35 askerden bahsediyorlar, silahsızmış hepsi, adam sen de o 35 askeri neden silahsız ve güvenliksiz yola çıkarırsın, biliyorsun ki burada savaş var, sanki tek suçlu bizmişiz gibi her şey üzerimize kaldı!
Bunlar herzeyi üzerime atarak kendi yaptıklarını temize çıkarmaya çalışıyorlar, yok bilmem nereye bomba koymuşum... Yok, hayatımda bomba nedir bilmem, elime de almadım, bundan on yıl sonra askere gittiğimde dahi bombayı görmedim, silahı da elime almadım, çünkü bana onlar pek insancıl gelmiyor. İstesem de vermezlerdi, sakıncalıydım onlara göre...
İnsancıl değil Katolik Protestan ayırımı, yüzyılın bu çağında bile hala mezhep ayrımı, dışarıdaki gürültüyü merak etmeme rağmen çıkıp bakamıyorum, eskiden olsa bir gerilla gibi ön saflarda çatışırdım, fakat barış görüşmeleri yüzünden meydana çıkamıyoruz!
Çıkamıyordum işin içinden, ben neler yapmışım neler, tabi ki hepsini ret ettim, tekme tokat altında oradan hücrelerden birine doğru götürüldüm, hücre hala karanlıktı, yönümü bulamadığım gibi nefes alıp almadığımı bile hissedemiyordum!...
Hissetmiyordum, çölde mi kalmıştım... Bundan on yıl önce köyümüzden bir akşamüzeri koparılıp götürülmüştük. Yanımıza hiç bir şeyde alamamıştık. Soğuktu bir kış günü, Türk askerinin bizi arkamızdan iterek yola çıkardı. Ne göreyim, aşağı köydekiler, diğer yerden gelenlerle birlikte büyük bir kalabalık olmuşuz. Neyse dedik bu adamlar bizi burada öldürüp bir çukura atmayacaklar, böyle şeyler çok duymuştuk, birçoğunu öldürmüşler yok etmişler, bizler vatanına bağlı insanlardık, zanaatkârdık, bütün çevrenin işlerini biz yapardık, bir bina mı gerekli beni çağırırlardı, şurada gördüğün karakolu bile ben yapmıştım. Köyümüzde ki kilisemiz de, ne bir şehvetle ve el birliği ile yapmıştık, tam bir imece! Yoldaydık, tıpkı bize benzeyen insanlarla birlikteydik. Bazıları perişandı, donmak üzeriydiler, üstleri zayıftı, hemen elimizde olanları onlara verdik, toparlanmamıza da izin vermemişlerdi, Talat Paşa bir telgraf çekmiş, Enver’in kurduğu gizli istihbarat elemanları da bizi kışkırtmaya çalıştı, ama biz pek yüz vermedik, çünkü biz barışsever bir halktık, inancına bağlı insanlardık, inanan insan nasıl olur canavar? İkişer sıra olduk ve yürü komutu verdi başımızdaki bir astsubay, erler ellerindeki dipçiklerle de itekledi... Bunları Marsilya’da düşünüyorum da, ne bir girdaptan geçmişiz, tanrıya şükür hayat da kaldık, bizim bu halimizi anlatmalı... Durduk yere neden bizleri yurtdışına sürdüler?
Yurtdışındaydım sürgün gelmiştim, karışmadığım olaylardan sorumlu olarak aranıyordum, örgütlü de değildim, fakat ben bir örgüt üyesi olarak aranıyordum, kendi imkânlarımla kaçmıştım da, ne yapacaktım burada? Onların dediği örgütle de ilişkiye geçmek gerek ama ben onları tanımıyorum ki, ya içlerine almazlarsa, kaldım mı tek başıma bu koca dünyada! Para da yok ki, bu suçlamayı ortadan kaldırmak için para versek ve suçu ortadan kaldırsak. Pis pisine de cezaevinde yatmaktansa buraya gelmek daha doğru, gerçi zamanımızda herkes buraya gelmek için can atıyor ama ben pek istemedim! Hayatımı kurtardım!
Hayatımı kurtardım, bir de bana sorun, şu anda Fransa’dayım ve bu şehirde hep beraber yaşıyoruz, ülkemin toprakları üzerinde ailemi bıraktım, onlar bari orada mutlu uyusunlar, fakat o büyük göçte yolda başımıza gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi! Neler oldu neler oldu? Türk, Kürt köylerinin yanından geçerken bizi soymaya gelen, hakaret etmeye çalışan, güzel kızlarımızı, analarımızı kaçırıp ırzına geçmeye çalışan yaratıklar. Azıcık kalmış yemeğimize el koymaya çalışanlar, neler neler geldi bunları anlatırken dahi sinirlerim bozuluyor, görüyorsun değil mi ellerim nasıl titriyor, kusura bakma biraz nefes almam lazım, nefes alamıyorum gibi!
Nefes alamıyorum, hücrede yerde yatıyordum, o ilk konduğum yerde değildim, yer kuruydu, kapının üzerinden hava deliğinden biraz da ışık sızıyordu, yaşıyordum, ama nefes almakta zorlanıyordum, benzimi yakıyordu hava, dışarıdan sesler geliyordu, bağırtılar çağırtılar... Anlam veremediğim inlemeler duyuyordum, yoksa bu inlemeler benden mi geliyor?
Yoksa bu inlemeler benden mi geliyor... O günleri düşündüğümde elimde değil gözlerimden yaşlar geliyor, nasıl yaparlar bu kadar insanlık dışı şeyleri, onları yapanların tarih önünde yargılanmalarını istiyorum, bunlar unutulmamalı, bizler hala yaşıyoruz, yaşadığımız sürece de var olacak bu acılar! Yaşadığımız sürece de var olacak bu acılar, bu hücrede yaşadıklarımı bir gün mutlaka insanlara duyurmak gerek, yoksa acılardan arınamam... Günler kendimde olmadan geçti, onların bana kabul ettirmek için uğraştıklarını, kabul etmedim. Etmediğim sürece de acılarım arttı ve bir gün acı duymadım, artık her şey benim için normaldi her şey, alışmış mıydım buna? Ve zamanı unuttuğum bir anda serbest kalacağımı öğrendim! Bundan on yıl sonra o günü düşünüyorum da ne anlamsız geliyor şimdi, neden tutuklanmıştım, neden serbest kalıyordum?
Köln’de haldeki restoranda yemek yemekteydik, hepimiz bir masaya oturmuş o geçmiş günlerimizi konuşuyorduk... Moskova, Marsilya, Dublin, Ankara, Londra, İstanbul, Kürdistan dağlarını konuştuk. Çölü anlatırken hepimiz sarsılıyorduk, hücreyi anlatırken titriyorduk, bizler hiç de az değildik. Balkonda oturmuş bir ara aşağıda akan kalabalığa daldık, sessizce konuşuyorduk. Bir ara bir el omzumu sarstı, şaşkınlıkla geriye döndüm... ”bir şey arzu eder misin?” Çevreme baktım, yalnızdım... Sürgünlüğümü yaşıyordum burada. Etrafa baktım, aşağıdan yaşam akıyordu, geri döndüm, bana bir ‘kölsch’ verir misin dedim! Yalnızlığımla baş başa kalmıştım...
Ocak 2002 Köln
ismail cem özkan

Hiç yorum yok: