6 Ocak 2008 Pazar

Cehennemi ve ölümü birlikte yaşıyorlardı


”Morıs Sbidag Mazerı
Ayretz Srdis Larerı”
”Anamın beyaz saçları
Yüreğimin tellerini yaktı”*
Her tarafa kurulmuştu darağaçları sahiplerini beklemekteydi. Şehrin ortasından akan Yeşilırmak olacakların farkına varmış gibi daha bir hırçın akıyordu.
Yeşil ırmağın hırçın suları duvarlara vururken, insanın içine işleyen bir karanlık vardı yeryüzünde. Şehir nefes alamıyor, sessizliğin içine daha da gömülüyordu. Sokakları artık çocuklar doldurmuyordu. Oradan oraya koşan, nöbet değiştiren askerlerin ayak sesleri ve bağırtıları her yeri doldurmuştu. Şehir eski canlılığını çoktan kaybetmiş, sanki fakirleşmişti. Eski Fransız Okulu hala yerinde durmasına rağmen, işlevini değiştirmiş mahkemeye dönderilmişti. Rum evleri birer asker kışlası olmuştu, çünkü sahipleri çoktan buraları terk etmiş, dağlara sığınmışlardı... Evlerin camlardan meraklı gözler değil, korku bakıyordu dışarıya. Sokaklar bu şehir kurulduğundan beri bu kadar sessiz kalmamıştı. Şehri kuşatan dağlar daha bir ağırlık vermişti, yürüyeceklermiş gibi duruyorlardı. Ferhad ve Şirin aşkı, bu şehirde yaşanmamış, hiç bir sevgi olmamış gibi sessizdi sokaklar, şimdi sadece rüzgârın sesi hâkim olmuş, tozlar özgürce uçmaktaydı. Fehad’ın aşkı için deldiği dağ, hemen hemen burada yaşayanlar için kutsal olmasına rağmen, o kutsallığı düşünecek kaç kişi kalmıştı, şimdi oralarda askerler nöbet tutmaktaydı. Şehrin tüm güzelliği olduğu gibi durmasına rağmen, kaç kişi bunun farkındaydı.
Şehrin ana caddesine dolaşan Nureddin Paşa, başında taktığı kalpağı, gözlerinin üzerine düşmüş gibiydi. İki kaşının ortasındaki keskin çizgiler, onun ne amaçla orada dolaştığı konusunda ilk izlenimlerini vermekteydi. Kalpağı başında taşıdığı için büyük bir gurur duyduğu yüz ifadesinden belliydi... Yılların oluşturmuş olduğu çizgiler gözlerini sanki istila etmiş, etrafını kuşatmıştı. Çizgilerin ortasında kalmış olan siyah gözleri çakmak çakmak yanmaktaydı. Sanki göreve yeni başlamış biri gibi heyecanlıydı. Vücudunu kaplayan ve iyi bir şekilde ütülenmiş üniforması, bakımlı ayakkabıları ile sanki yolu kucaklıyordu. Son Osmanlı Paşalarından biri olması onda daha bir gurur kaynağıydı. Ülkenin bu zor koşularda Anadolu’ya geçmiş, yine vatanı için görevi başındaydı. Kardeşinin ölümünden sonra hiç bir zaman kesmediği bakımlı sakalları, derin çizgileri biraz daha öne çıkarmış gibiydi. Sakalına düşmüş olan aklar kendisini olduğundan daha çok ciddi gösteriyor, gözleri etrafa buyuran bir şekilde bakıyordu.
Gözleri ile darağaçlarını incelerken, yaptığının bir görev olduğunu davranışları ile gösteriyordu. Şehri bir baştan bir başa kesen ırmağı bir süre izledikten sonra, aynı dik yürüyüşle kendine tahsis edilmiş olan yazıhaneye doğru yöneldi. Dışarısının karanlığı girdiği odayı kaplamıştı. Duvarda asılı olan lambaları yakmayı düşündü, fakat onu da yaveri yapmalıydı. Etrafa şöyle bir bakındı, sıkılgan bir tavır içinde memnuniyetsizliğini davranışıyla göstermişti.
Bugün de yapılması gereken o kadar çok iş vardı ki. Bir yandan Koçkiri öte yandan çoğunluğu Trabzon ahalisinin oluşturmuş olduğu bu tutukluların yargılanması... Üzerinde ki yük çok fazlaydı. Bir de yaptığı bu kadar iş sonunda mecliste aleyhinde konuşmalar yapıldığını duymuştu. Ne yapıyorsa bu vatan için yapıyordu. Buraları o Pontus bozuntularına mı bırakacaktı. Başındaki kalpağa ve üzerindeki üniformaya layık olmak için her şeyi yapmaya hazırdı.
Üniformayı emekli olduğunda çıkarabilirdi, ama ya bu kalpağı... Kalpağı eliyle şöyle bir düzelttikten sonra masasının başına doğru gitti... bir süre oradan dışarısını seyretti.
Kendi kendine konuşuyor gibiydi, anlamsız sesler çıkardı, sonra dışarıya bakmaya devam etti...
”Hacı Hafız Tevfik Efendi‘yi çağırdık ki, olanları halkın diliyle anlatsın burada kurulan darağaçlarını... Anlatmalı neden vatanın bu duruma düştüğünü. Vatanın istikbali için bunların gerekliliğini elbette Tevik Efendi‘de biliyordu. Anlatmalı yine de, önemli olan bu şehrin en büyük ekranı olarak tekrarlamalı... Bu Rumların faaliyetlerinin sonu gelebilmesi için, bunların şart olduğunu anlatmalı... Sadece buradaki vatandaşlara değil esas bölücülerin toplandığı meclistekilerine de anlatmalı... Yok, efendim, onlara hiç bir şey anlatılmaz! Gireceksin meclise, o zaman ne yapacak bu anlayışsız adamlar! Neyse şimdi buranın ahalisine anlatmalı, ama nasıl? Bunu en iyi müftüler anlatır, Hacı Hafızı çağırdık, ama nerede kaldı bu adam da, hepsi gerektiğinde ortada olmaz, uygunsuz zamanda karşına çıkarlar! Hele bir gelsin, onunla detaylı bir şekilde konuşmalı, ondan sonra Cuma hutbesinde gerçekleri ahaliye anlatmalı...”
Bu düşüncelerin arasında masanın başına oturmuş, öylesine dışarıya bakıyordu. Kalpağının altındaki saçlarına elleri ile sanki tarar gibi arkaya doğru götürdü. Bozulmuş olan kalpağını yeniden düzeltti. Önündeki kâğıtlara baktı. Yıllardır bu tip yazılar görüyordu. Savunma bakanlığına buranın durumunu belirten bir rapor yazmalı ki, meclisteki konuşmaları bir an önce engellemeliydi... Rahatsız olmuştu, bunu son zamanlardaki davranışlarından belirtiyordu.
Kâğıtların üzerine doğru eğilmiş, kımıldamadan duruşu onun bir şeyler düşündüğünü gösteriyordu.
Uzun yıllar alan savaşın tüm çöküntüsü sanki yüzüne vurmuştu. Dikkatli baktığında gözlerinin altlarında çizgiler daha bir derinleşmişti. Ya da odanın loşluğu böyle bir oyun oynuyordu...
"Sevgili annem Zeynep Hanım ne yapıyordur, benim ve kardeşimin yokluğu ona ne zor gelmiştir. Gerçi alışık olması gerekir, çünkü askerle evli oldun mu, yarı dul sayılırsın, durmadan o cepheden bu cepheye koşmak zorundasın. Gençliğe ilk başladığım yıllarda babamın ve annemin isteği doğrultusunda askeri okula başlamıştım, bir süre sonra rahmetli kardeşim de başlamıştı. Onlara kendimi göstermek için daha çok çalışıyordum. Başarılı bir şekilde okulu bitirmiş, ödül olarak ta seçkin bir ordu olan Hassa ordusunda göreve başlamıştım. Saraya yakındım, en önemlisi babama ve anneme yakındım. İstanbul’dan ayrılmamıştım. O günler her an yeni savaşların başlaması anlamına geliyordu. Bizim için hava sisli ve ağırdı. Beklemek en ağır işkenceydi. Yunan savaşı başlaması benim için yeni bir fırsattı, hemen gönüllü olarak yazılıp cepheye gitmek için sabırsızlanıyordum. Bu fikrimi ilk olarak babama açtım, gözleri dolmuştu, ama bana pek belirtmek istememişti, gurur duyuyordu benimle! Orada Ethem Paşanın yaverliğini yapacaktım, sevinçliydim. Okula öğrendiklerimi hayata uygulayabilirdim. ”
Bu arada kapı vurulmuş, yaveri içeriye girmişti. Ayaklarının topuklarını bir birine vurarak odanın da içini kaplayacak bir ses çıkarmıştı. Gözleri ile onun bu davranışını izliyordu. Artık bu tür davranışlar sıkıyordu, ama gerekliydi, bir alt bir üstün yanında nasıl davranması gerektiğini bilmeliydi...
”Paşam, Hacı Hafız Tevfik Efendi geldi.”
Masanın üzerinde ellerini bir birine kavuşturmuş, yaverine sert bir şekilde bakmıştı, beklediği gelmişti. Ses tonunu biraz daha sertleştirerek, dışarıdan duyulacak gibi konuşmuştu.
“Hemen içeriye alın, niye bekletiyorsunuz!”
“Baş üstüne!”
Yaveri odayı terk ederken, arkasından hiç hareket etmeden bakmıştı. Bu arada Hacı Hafız Tevfik Efendi kapıdan görülmüştü. Ayağa doğru kalktı, masanın etrafından dolanmadan, öylesine durmuştu. Saygısının belirtmek ister gibi yüzünü gülme ifadesi kaplamıştı. Ses tonunu yumuşatarak;
“O Hacı Efendi, sizleri gördük ya, artık cennetliğiz, sık sık görüşmek lazım azizim, bu sıkıntılı günlerde sizin telkinlerinize ihtiyacım var, diğer ahali gibi... Buyur, buyur otur şuraya... Oğlum oradan bize bir kahve söyle! Kahvenizi nasıl içerdiniz, unutmadıysam orta şekerliydi... İki tane kahve yap, orta olsun!"
Masanın ön tarafına konulmuş olan sandalyeye doğru yönelirken Hafız Efendi, o da masasında ki eski yerine oturuyordu. Hafız Efendi ilk sözü almıştı;
“Sağlığınız nasıl aziz efendim, inşallah sıhhattesinizdir."
“Sağ ol hacı efendi, sağlığınızda duacıyım. Neyse sizi buraya kadar yorduğum için kusuruma bakma, işler gördüğünüz gibi çok yoğun, bir fırsatını bulup ta sizin yanınıza gelemedim. Gördüğünüz gibi dışarıya üçayakları diktik, bunun ahali içinde korkuya sebep vermemek için açıklanması gerek, ama bunu sizin yapmanız daha uygun olur düşüncesindeyim, bizim dilimiz sizin ki gibi anlatamaz. Bizler ne de olsa eloğluyuz, bu vatan için nerede görev oraya koşarız, ahaliyle pek tanışamayız, ondan dolayı onlarla nasıl konuşulacağını sizler daha iyi bilirsiniz.”
”Sizin ricanız bizim için bir emirdir, nasıl uygun görürseniz o şekilde anlatırız, paşam!”
”Estağfurullah efendim, ne demek emir, sadece bizim ki vatan için bir rica!”
”Sizin gibi vatanperverlerin sayesinde hayattayız, yoksa Ermeni ve Rum tohumları bizi yaşatmazdı. Allahın izniyle ve sizlerin sayenizde hayattayız. Bu diyarlarda Allahın izniyle daha uzun yıllar yaşayacağız. Onların yaptıkları elbette yanlarına kalmamalı, sizinde başında olduğunuz istiklal mahkemesinde yargılanıp, hak ettikleri cezaya elbette çarptırılacaklardır.”
Kapı bu arada yeniden çalmıştı, yaveri ellinde tepsi ile görülmüştü.
”Gel! Sonunda kahvemizde geldi, yavrum kahveyi Yemen’den mi getiriyorsunuz, ne bu kadar gecikme! Buyur hacı efendi, estağfurullah önce siz buyurun!”
”Sağ ol paşam, ömrünüz su gibi aydınlık olsun, Allah’ın nuru yüzünden eksik olmasın!”
”Biliyorsun Rumlar kalbimize bir hançer gibi saplandı, durmadan da ilerliyor, onlara yüz veriyor düşman, biz de elimizde avucumuz da ne var direniyoruz, elimizdeki bir avuç toprağı korumasak, yok olacağız, bildiğiniz gibi yıllardır durmadan toprak kaybediyoruz, bunun da sebebi bu gavurlar, durmadan düşmanla işbirliği yapıp bizi arkamızdan bıçaklıyorlar... Rusların çekilmesi sonucunda daha bir yüz bulan Rumlar güya Pontus devleti kuracaklarmış. Düşünebiliyor musun hacı efendi, buralar Pontus devleti toprağı olmuş, buraları bir daha göremeyeceğiz, atalarımızın kemikleri sızlamaz mı?”
”Haklısın paşam!”
”Haklıyız da, haklılığımızı kendi ahalimize bile anlatamıyoruz. Duydun mu bilmem, mecliste aleyhimizde konuşuyorlarmış, yok burada cinayet işliyormuşuz, doğru savunma dahi yapmalarına fırsat vermeden, asıyormuşuz! Nereden duydular bizim böyle yaptığımızı, kuru iftira!”
”Allah insanları kuru iftiradan saklasın!”
"Âmin, hocam!"
...
”Bu gâvurlar, yıllar önce tek kardeşimi de şehit etmişlerdi, Balkan savaşı sırasıydı... Sıkılıyor musun hocam? Lütfen söyle!”
”Estağfurullah paşam!”
”Ben o zamanlar Yemen’deydim, kara haber geldiğinde duramadım yerimde, hemen görev yerimin Makedonya’ya alınmasını Savunma Bakanlığından istedim, Allah sağ olsun onlardan, hemen görev yerimi kardeşimin şahadete ulaştığı yere aldılar. Apar topar görev yerime gittim. Çatalca’da 9. Alay komutanlığında göreve başlamıştım, durumlar o kadar iyi değildi. Kardeşimin acısı içimi yakıyordu, onun ateşi olsa gerek, vatan için birçok şey yaptık, ondan dolayı şu Mecidî Nişanını aldım... Ama kardeşimin acısı hala içimi yakar... Hocam o günden beri aha şu sakalı da kesmedim...”
”Ben de hüzünlendim paşam, o günden beri kesmediniz sakalı ha!...”
”Sadece kardeş acısı değil hocam, vatanın en güzel topraklarının da kaybediyorduk, onun acısı daha bir yakıyor, bu gâvurlara yüz veriliyor, onlara bizde olmayan servet kazanma şansı veriliyor, bizi köylü bırakmışlar, servetlerine servet katmış, canımızı, kemiğimizi emmiş olan bu gâvurlar, şimdi evlerimizi de istiyorlar, verir miyiz hocam? Söyle verir miyiz?"
”Asla, ümmet-i hâşâ!”
”O halde, anlatmalı bunları ahaliye!”
"..."
”Hocam, sizlerle daha uzun uzun sohbet etmek isterdim, görüyorsun işler beni bekliyor, sizi daha sık buralarda görmek isterim."
”Allah’a emanet olun, paşam, elbette daha sık sizi rahatsız ederim.”
”Estağfurullah hoca efendi!”
Hafız Efendi odayı terk ederken yine tek başına kalmıştı, yapılacak işler onu bekliyordu...
Nureddin Paşa işgal edilmiş İstanbul’dan Anadolu’ya Diyarbakırlı Kazım Bey ile geçmişti, çünkü İzmir ve çevresinde yapmış olduğu çalışmalardan dolayı, İstanbul hükümeti onu da yargılamak istiyordu. İzmir’de ilk olarak Müdafaayı Hukuk cemiyetlerini kurmuş, orada olası Yunan işgaline karşı Müslüman halkı örgütlemişti. Yaptığı bu çalışmalar Mondros Mütarekesine uymuyordu. İtilaf devletlerinin isteği üzerine bu görevinden alınmış, bir anlamda kızağa çekilme anlamına gelen İstanbul’a çağrılmıştı. İstanbul’da kaldığı süre içinde de vatanın kurtuluşu yönünde çalışmalar yapmış, örgütlenmek için değişik toplantılar yapmıştı. Bu çalışmaları İtilaf devletleri ve İstanbul hükümetinin gözünden kaçmamış, sonunda İstanbul hükümeti hakkında dava açmıştı, gıyabında yargılamış ve idam kararı vermişti. Bütün ailesi İstanbul’da kalmıştı, kolluk kuvvetleri onlara rahat vermediğinden dolayı, daha sonra onlar da Anadolu’ya geçmek zorunda kalmışlardı.
Anadolu’ya geçtikten sonra Mustafa Kemal ile görüşmesinden umduğunu bulamamış, bir süreliğine Kastamonu / Taşköprü’de damadı Hüseyin Paşanın yanında kalmıştı. Koçkiri isyanının başlaması ve Pontus Devleti için Karadeniz’deki Rumların faaliyetlerini artırması üzerine Merkez Ordunun kurulması ve bu ayaklanmaları bastırması için yeni meclis tarafından atandı. İlk iş olarak Yeşil Ordu’dan artı kalanların temizlenmesi için Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşaya bir mektup yazdı, onun şikâyeti üzerine milletvekili konumunda olanlar istiklal mahkemesine çıkarılarak gerekli cezalar verildi. İkinci iş olarak Koçkiri Aşiretinin isyanın nedenlerini anlamak için çalışma yürüttü, sonunda şunu tespit etmişti; bu ayaklanma tamamı ile dış mihrakların işiydi, bastırmak için ne lazım gerekiyorsa kullanılmalıydı, devlet hep dış mihrakların sonunda küçülmüyor muydu?
TBMM Nureddin Paşaya tam yetki vererek bu ayaklanmayı bastırması istendi. Ayaklananlar hakkında Şark cephesi komutanı Kazım (Karabekir) Paşa Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşaya gönderdiği mektupta; Kızılbaşların te’dip edilmesini istedi. Zaten Fevzi Paşa buna uygun bir emri Merkez Komutanı Nureddin Paşaya vermişti. Nureddin Paşa yayınladığı bildiride; Kışkırtıcılar ve fesatçılar ile bunların elebaşları yakalandıkça, askeri mahkemeye verilecek, haklarında kanuni hüküm yerine getirilecekti. Koçkiri aşireti bir daha ayaklanamayacak hale getirilecek, gerekirse başka yerlere sürülecekti. Bu karar, hareket sonucunda verilecekti. İsyancılara karşı her yerde çarpışma oldu, bu çarpışmalara Osman Ağa (Topal Osman)’da katılmıştı.
Bir yandan Kürt Kızılbaşların isyanı ile uğraşırken, diğer yandan Pontus-Rum faaliyetleri ile de uğraşmak zorundaydı.
”Rumlar, her şey onların ayrılmasıyla başladı, balkanlara bir kılıç gibi saplandı, daha sonra Bulgarlar, Arnavutlar, Makedonya... Makedonya, sevgili kardeşim Mülâzim Mümtaz. O Lüleburgaz’da şehit düştü, ateşi de içime... O günden beri sakalımı kesmedim. Hiç sevmiyorum bu gâvurları, her şeyimizi elimizden tek tek aldılar, bir yandan Ruslar, öte yandan Avrupa devletleri kollarımızı kestiler. Şimdi şu küçük toprak parçasında hapis olduk, burayı da elimizden almaya çalışıyorlar, o Yunan kralı denizden yardım getiriyor, durmadan silah yığıyor buralara. Çok kan dökülecek, çok kan..."
Dışarıda bir yağmur dalgası gelmişti, oda daha bir karanlıklaşırken, toprak kokusu odayı da sarmıştı.
”Oh be! Biraz rahatladım, iyi ki bu yağmur yağdı.”
Sakalını avuçlarının arasına almıştı. Bir yandan okşuyor, bir yandan da gözleri burada olmadığını hissettiriyordu. Sakalını eliyle düzenli bir şekilde elini gezdirirken, yıllar öncesi kaybettiği kardeşini okşuyor gibiydi.
”Irak’ta bile bu kadar sıcak olmadı, ne sıkıcı bir hava... Bu kısa yaşantımıza neler neler sığmamış ki, Kerbela, Hille, ihanet eden aşiretler... O günlerde Dicle kenarından bize sahip çıkmayan Araplar, Kürtler... Ve onların beyleri... Güçlü kimse hemen onun yanında savaşan alçak insanlar. Bunların yanında sürekli güçlü olduğunu göstermen lazım, yoksa hemen sana silahı doğrulturlar. Daha düne kadar şu Kızılbaş Kürtler burada bize silah doğrultmadılar mı, onların hemen kökünü temizlemeli ki, bir daha başları kalkmamalı... Şu mecliste adamları olmasa çoktan onları tarihin derinliklerine bırakırdım ya, elimi kolumu bağlıyorlar... Bir de bizde ki Alman hayranlığı, elin oğlunu başımıza komutan olarak atıyorlar, üstelik felçli... Adam gelir gelmez kendi vatanı için savaşıyor. İran'da ki Alman devletinin çıkarları için biz toprak kaybetmişiz adamın hiç umurunda değil, bunu Enver Paşaya yazmama rağmen, beni oradan aldı, daha sonra duyduğuma göre Goltz Paşa tifüsten ölünce de zaten zayıflatılmış olan Irak Ordusu dağılarak, Musul’u ve Bağdat’ı kaybettik. Orada da kaç defa söyledim, hem Cihâd-ı Ekber ilan edeceksin ve ahalisi İslam olan Irak kıtasına hiç lüzumu yokken bir gayr-ı Müslim göndereceksin, bu tezadını Enver Paşaya yazdım, ama sadece haklı olmak yetmiyor... Maalesef sadece haklı olmak yetmiyor, tek tek kaybediyoruz.”
Yağmur tüm şiddetini artırmış, ama dışarıda ki hareketlilikte de artmıştı.
Mahkeme salonu olarak kullanılan salonda bir hareketlilik vardı. Sıralar okuldan getirtilmiş, mahkûmlar için geniş bir yer ayrılmıştı. Pek nadir de olsa, dinlemeye gelenler için salonun arka tarafına doğru kısa bir boşluk bırakılmıştı. Kürsünün arkasına bayrak, masa üzerinde bir kuran ve mahkûmların hakkında yazılmış olan raporlar konulmuştu. Dışarıdan bakıldığına, modern bir mahkeme salonu olarak görülebilinir. Mahkûmlar ise, şehrin yıkılmaya yüz tutmuş, eski bir tımarhaneden bozma hapishanelerde tutulmaktaydılar. On beş kişilik yere kırk kişi doldurulduğundan, nefes almakta güçlük çektikleri yüzlerinden belli olan mahkûmlar, kendi aralarında dayanışmayı da artırmışlardı. Mahkûmlar tek bir dil konuşmakta, ara da sıra da Türkçe laflar da duyulmaktaydı. Çoğunluğu erkeklerden oluşmakta olan mahkûmlar, kadınların ve çocuklar için ayrı bölümler kurulmuş, onların da durumu erkek mahkûmlardan pek farkı yoktu.
”Şu anda bulunduğumuz şehir dünyanın en ünlü coğrafyacısı ve gezgini olan Strabon doğdu. Bilinen tüm dünya ellerini dolaştı, derler ki gezgin Strabon Afrika’da Etiyopya’ya, Avrupa’da İngiltere’ye dek gitmiş...
Buranın her karış toprağının bir öyküsü, destanı vardır. Yıllardır biz Hıristiyanlar ve Müslümanlar aynı pazarı, ortak yerleri özgürce paylaştık. Ülke zengin ve bereketliydi. Hepimizi beslemeye yeterdi. Aynı şarkıları dinler, birlikte hüzünlenirdik. Bundan iki yüzyıl önce Kapadokya’dan gelen Türk Hıristiyanlar da buraya hemen uyum sağlamış, daha bir renk katmışlardı. Başkilisemizde bu şehirde bulunmaktaydı. Başpiskoposu da Germanos Karavangelis, boylu boslu, saygıdeğer bir kişidir. Bu Başpiskoposluğa bağlı Trabzon, Samsun, vb. On iki Hıristiyan kenti ve 394 köy bulunmaktaydı, şimdi bunlardan hangileri ayakta bilmiyorum... Dışarıdakilere ne oldu?"
”Peki, neden buradayız?”
”Ah Tolika, ne olduğunu ben anlayabilsem, sana da açıklayabilirdim. Aç mısın, bugün karnına bir şeyler girdi mi?
Koşulları anlamaya çalışıyorum, ama ben de anlamıyorum, öksüz kızım! Bu yaşında ne acılar gördün, önce anneni daha sonra babanın öldüğünü gördün, daha sonra ablanı kaybettin, benim şansız kızım! Nasıl oldu da buralara geldin, sormaya bile dilim varmıyor, korkuyorum. Her kişinin öyküsünü duyduğumda, öfkem biraz daha artıyor...
Tanrının bize karşı bir sınaması mı bu çektiklerimiz, yoksa geçmişte yaptığımız günahkârların bir bedeli mi? Anlamıyorum, anlayamıyorum... Ben de soruyorum kendi kendime, ama hala bir yanıt bulamadım... Belki burada bırakacağız vücutlarımızı, ruhlarımız acaba özgürlüğe kavuşur mu? Tanrı hepimizi afetsin!”
”Neden tanrı affedecekmiş, biz hiç suç işlemedik ki!”
”Haklısın yavrum, senin yaşında ki bir yavru nasıl suç işler, nasıl olurda burada oluruz? Hadi ben yaşlı bir adamım, ya sen?”
Biliyor musun bilmem, burası eski bir tımarhaneydi, çevresine dahi gelmezdik şimdi bizi buraya tıktılar, sonumuzu bekliyoruz. Açlık bir yandan, hastalık bir yandan... Kırılacağız, hiç kimsenin ruhu duymadan...
Komşumuz tüccar Agop Çömlekçiyan’ı anımsıyor musun, ne sevimli adamdı, bir gün aniden ortadan kayboldu, kentin diğer Ermenileri gibi... Arada söylentiler dolaşıyordu, sürgüne gönderilmişler, Çorum ve Merzifon civarlarında birer koyun sürüsü gibi dağıtılıp, kıyıma uğradıkları söyleniyordu... O zaman dahi anlayamamıştık, insanın aklına hayaline sığdıramayacak kadar büyük bir kötülüğün ortada dolaştığını... Zaman geçti, şimdi bizi buldu... Acaba komşularımız şimdi bizim o gün düşündüğümüz gibi mi düşünüyorlar?”
”Şu bizim sürekli alış veriş yaptığımız Agop amcadan mı bahsediyorsun? Hani kızıyla sokakta oynadığım... Ablam Sofia ile birlikte ne güzel oyunlar oynamıştık, adı?.. Adını hiç unutabilir miyim, Janet. Çok duygulu, hislerini göstermekten çekinmeyen arkadaşım... Benim sevgili arkadaşım, şimdi neredeler?...”
"Onlar gittiklerinde sessizlikleri kalmıştı, tıpkı bizim evlerimizi bırakıp dağlarda saklandığımız zamanlarda olduğu gibi... Sadece sessizliğimiz kalmıştı, evlerimiz çoktan yıkılmış, köylerimiz şimdi çocuk cıvıltılarının olmadığı, kuşların dahi geçmediği yerler oldu. Terkedilmiş yalnızlıklarımız kaldı, yanlarımızda... ”
”Anasız babasız kaldım, bir de ablasız, ablamı en son ben arabadan düştüğümde görmüştüm. Araba giderken arkasından abla al beni, bırakma diye ağladım. Ağladım, koştum, son nefesime kadar, yetişemedim arabanın arkasından. Kalmıştım, yolun ortasında... Terkedilmiştim. Sofia, unutma beni burada, Sofia!”
Tolika sessizliğini bozmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, üst üste binmiş mahkûmların arasında Tolika’nın ağlaması üzerine tüm kafalar onun tarafına dönmüştü. Sessiz bir bakış vardı, gözlerde hüzün, sese dönüşüyordu. Kim yakınını kaybetmemişti bu kargaşada. Her bir aile paramparça olmuş, kalplere hüzün oturmuştu.
”Ağlama yavrum, Sofia’da seni arıyordur. Onu unutma, kadersiz yavrum!”
Hıçkırıklar arasında Tolika;
”Buna kader mi denir, ne biçim kader ki, tüm acıları bana yükledi.”
”Sade sana değil yavrum, biz Ellenlerin üstüne örtüldü sanki...”
”Evlerimiz yıkıldı, ama kiliselerimiz yıkıldı mı?”
”Tanrının evlerini, tanrı korur... Şu anda önemli olan bizleriz, kimseler duymadan hepimizi bir mezarın içine doldurup üzerimize toprak serpecekler, bak görüyorsun, salgın hastalık sonucu Zinon, Aristias yatmakta, belki yakında canlarını tanrıya emanet edecekler, bir doktor dahi gelip halimize bakmıyor... Hepimiz öleceğiz bu duvarlar arasında... ”
”Böyle konuşma, yaşayacağız, tanrının izniyle bunu da aşacağız, ben ablamı bulacağım, nerede olursa olsun, yaşayacağız!..”
Kendinden beklenmeyen yanıta, duyanlar dahi şaşırmıştı, sanki büyümüşte küçülmüştü... Gerçi o kadar acı insanı çabuk olgunlaştırıyordu. Yaşından büyük gözüküyordu. Kimse kimsenin yaşını tahmin edemez, yaşlarının çok üstünde gösteriyorlardı.
”İnşallah, inşallah... Allahın nuru üzerinde olsun...”
Hava durmadan yağıyor, bir yandan Yeşilırmağın coşkulu sesi etrafı kaplarken, hastaların iniltileri koğuşları doldurmaktaydı...
Onlar ölümü ve cehennemi burada yaşıyorlardı, bu eskiden tımarhane olan bu binanın içinde... Dışarıdan ara sıra bağırtılar duyuyorlardı, bu sesler askerlerin nöbet değiştirdiğinin habercisiydi... Yüzlerinde sakaları uzamış, zayıf insanlardı. Hangi köyden, hangi ananın kucağından buraya gelen yavrucaktılar... Savaşın tüm yorgunluğu yüzlerine vurmuş, ondan dolayı kaç yaşında olduklarını dahi tahmin edemezdin, vaktinden önce yaşlanmış insanlardırlar, tıpkı mahkûmlar gibi... Bu zavallı askerlerin anaları ne ağıtlar yakmışlardır, bunların arkalarından...
Papaz Anastas konuşmaya ara vermiş, kendi iç dünyasına dalmış gibiydi. Yanı başında ağlayan Tolika için bir şey yapamıyordu... Ağlaması gittikçe azalmıştı ama içi parçalanıyordu... Kilisede olsa belki güzel sözler bulabilirdi, ama şimdi dili varmıyordu, ne söyleyebilirdi... Ölümü ne kadar sükûnetle karşılayabilirdi, üstelik güçlü olmalıydı, o bir din adamıydı ve İsa’nın ölüme giderken dahi duyduğu duyguları duyması gerekiyordu... Her yıl bunlardan bahsetmiyor muydu, şimdi kendisi bir İsa olmuştu!
”Ne için savaştıklarını bilmeden, o cepheden bu cepheye sürülmüş olan askerler, bugün bizim kapımızı bekliyorlar... Sanki o cephelerde omuz omuza savaşan bizler değilmişiz gibi tıkılmıştık buraya... Ölüm ne zaman gelecek ve bizi kucaklayacak, artık çaresiz bir şekilde onu bekler olduk... Göstermelik bir mahkeme koymuşlar, asker kaçaklarını ve bizleri vatana ihanetten yargılıyorlar, şimdi sormazlar mı, peki bu kız ne yaptı da yargılıyorsunuz? Bu bir insanlık suçu değil mi? Sadece Hıristiyan olduğumuz için bizi buraya doldurdular, hiç bir savunma hakkı tanınmadan ölüme mahkûm ediyorlar!”
Tolika ağlamaya ara vermiş, gözleri ile sanki sonsuza bakıyordu... Aniden;
”Ölmek ne demektir? Ölümün anlamı nedir, bilmiyordum.”
"Kim biliyor ki yavrum?"
"Kim bilir?"
Bu arada başka bir kadın, gözlerini yerden kaldırmadan konuşmaya başlamıştı. Sanki papaz Anastas ve Tolika ile konuşmuyor da, boşlukta birine anlatıyordu.
”Ocağımıza düşen ateşin, başımıza gelen felaketin o zaman bilincinde değildik. Yalnızca anamın ağlamaklı yüzü, benim de acıya ve üzüntüye boğulmama neden oluyordu... O günden beri anamın yüzü hiç gözümün önünden gitmedi. Bir süre sonra onu da kaybettik. Anamın ölümü gözeneklerimde bile hissettim...”
Bir süre sessiz kaldıktan sonra, konuşmasına yeniden başlamıştı. Duruşunu dahi değiştirmemişti, konuşması sanki kendi iç konuşması gibi sessizdi. Gözlerini yere sermiş, onlara anlatıyor izlenimini veriyordu.
”Bütün felaketler üst üste geldi, tanrı bizi cezalandırıyor olmalı... Her yerde ateş vardı, ateş ocaklarımıza düştükten sonra, kadınlarımız çocukları ile birlikte dağlara çıkıyor, daha önce dağlara sığınmış olan asker kaçakları ile buluşup olan biteni tartışıyorlardı, başımıza gelen felaketleri anlamaya çalışıyorduk. Daha düne kadar ortak paylaştığımız sokaklar bölünmüş, birbirimize düşman gibi bakmaya başlamıştık. Karşılıklı öldürmeler sonucu olaylar bir kısır döngüye dönüşmüştü. Bu şiddetin, vahşetin bütün vebali Karadeniz'de ki bütün Hıristiyanlara yüklenmişti. Cinayetler ve cürümler meşrulaştı. Askerler, çeteler asker kaçaklarını bahane ederek köyleri kasabaları basarak, zulüm uyguluyorlardı... Ama bastıkları köylerde genellikle daha önce boşaltılmış oluyordu. Askerler yakaladıklarını ya öldürüyorlar, ya da şehre götürerek asıyorlardı. Bunları gözleri ile görmüş Anesti’nin komşusu Huri. O anlatmış Anesti’ye, Samsun’da 47 Hıristiyan’ı Saathane meydanında asmışlar...”
Onlar cehennemi ve ölümü birlikte yaşıyorlardı...
Dışarıdan bakılınca da aynen öyle, cehennemi ve ölümü birlikte yaşıyorlardı...
”Bizim gazeteci Nikos Kapetanidis gerekli savunmayı yapacaktır! Ne olursa olsunlar onun sesini kısamayacaktır Emin Bey! ”
”Ama yeni yargıç Bafralı eski avukat, Amasya milletvekili Emin Bey bize düşman.”
”Olsun ne olursa olsun, bizim gazetecinin sesini duyacağız...”
Emin bey kavgacı bir yapısı vardı... Osmanlı meclisinde Bafra milletvekili olarak görev yapmıştı... Yeni kurulan mecliste Pontus’lar hakkında her tülü konuşma yapmaktan çekilmemiş, hatta onların askerin önüne katılmasını dahi önermiştir. Yunanlıların İzmir’e çıkartmasından sonra saldırıları bir histeri halini almıştı... Karadeniz kıyılarında ki asker kaçakları ve oranın ahalisinin oluşturmuş olduğu çeteler Türk köylerine yaptığı baskınlarda birçok masum insanı öldürmüştü... Vatanın gittikçe küçülmesine diğer Türkler gibi düşünüyordu, tüm suç Hıristiyanlardaydı. İttihat ve Teraki partisi ”Tek dil, tek din, tek halk” sloganını formüle etmeye başlamıştı... Bu düşünceye sonuna kadar bağlı gözüküyordu... Orta boylu olan Emin Bey kürsüye çıktığında tüm dünyayı ben yarattım özgüveni ile konuşuyordu... Sesini gereğinden faza yükselterek, savunma yapmak isteyenleri salondan ya kovuyor, ya da konuşmadan izlemesini salık veriyordu...
Zaten yaşadıkları cezaevi koşulları ve daha önce buraya gelene kadar eziyetlerden dolayı yorgun düşmüş mahkûmlar, sanki kaderlerine boyun eğmiş gibi görünüyorlardı. Ara da sırada sesini çıkarmaya çalışan mahkûmlara karşı katı tutumu ile mahkûmlar arasında kötü bir üne kavuşmuştu Emin Bey...
Emin bey göreve başlar başlamaz, daha önce Mahkeme başkanı Tahsin Bey tarafından yargılanmış olan Amasya Müzik ve Folklor derneği Orfeis’i yeniden yargıladı, Çünkü mahkeme başkanı Tahsin Beyin verdiği cezayı az bulmuştu... Bunlara öyle bir cezalandırılmalıydı ki örnek teşkil etmeliydi... Burada Pontus hayali artık bir daha görülmemek üzere tarihe gömülmeli inancındaydı...
Bolşevik devriminden sonra tüm dünya dengelerini yeniden değişmesini sağlamıştı. Devriminden sonra Pontuslara yönelik her türlü yardım sonlandırdı. Artık onlar için sonun başlangıcı başlamıştı. 1918 Şubatından sonra Rusların Karadeniz’den ayrılması ile o bölgede yaşayan halkın felaketi tamamlanır...
Trabzon’a giren Türk askeri, orada yaşan Rumların ileri gelenlerini tutuklamış, Amasya’da kurulan İstiklal Mahkemesine getirilmişlerdi. Batum’da bağımsız Pontus Meclisi kurdukları gerekçesi ile Trabzon eski milletvekili Matteos Kofidis, gazeteci Nikos Kapetanidis ve tüccar Al. Akriditis... Suçlama hepsini kapsıyordu. Her biri ayrı ayrı, hem de birlikte imparatorluğun bir bölümünü parçalayarak ele geçirip, Gürcistan’dan Zonguldak’a kadar olan bölgede Pontus Devleti kurma fikrinden yana olmaktan dolayı suçladı... Hiç birine savunama hakkı tanımadı, isimleri tek tek çağırıyor, onlara kararı ezbere okuyordu Emin bey...
Herkes artık kendi durumu hakkında konuşmaya başlamıştı, birçoğu birbirini ilk defa görüyordu. Ama ortak yönleri, ortak dilleri, ortak kaderlerleri onları burada buluşturmuştu. Trabzon başpapazı ve eski milletvekili olan Matheos Kofidi;
“Şehirlerimize giren Türk askerleri yağma ve talana tuttu, masum insanlarımızı buralara kadar sürdü, Ermenilerin kaderini paylaşır olduk... Belki de bizi çöllere sürecekler, orada susuzluktan kırılmamızı bekleyecekler, tabi oraya kadar sağ gidebilen şanslılar için... Bu dağlardan, ata diyarından dönmemek üzere yola çıktığımızın pek farkında değildik başta... Ermeniler nasıl kırıldıysa bizde kırılacağız!”
Ortak kaderlerinin belirsizliği üzerine, her biri kötü senaryolar üretiyorlardı, gelecekleri ya da olmayan gelecekleri hakkında...
Emin beyin Amasya Müzik ve Folklor Derneği davasında Kaptan Çodu’nun bir mektubunu bahane ederek dernek üyelerini ölüme mahkûm etmek istemişti. Mahkeme hâkimi Tahsin Bey mektubun orijinalini görmek istemesi üzerine işler karıştı, çünkü mektup 1909 yılına ait olduğu ortaya çıkmıştı ve o dönem ki yönetim artık yoktu, bunun üzerine dernek üyeleri ağır ceza aldılar, en azından ölüm cezasından kurtulmuş olmuşlardı... Oradan direkt Erzincan cezaevine sevk edilmişlerdi... Emin beyin beklentileri yerine gelmemişti, ama en azından Pontus rüyasının artık sonlandırıldığını belirtiyordu...
Mahkeme bu olaylar olurken, Yunanlılara karşı yapılan savaşta Türk ordusu zaferler elde etmeye başlamıştı. Yunan ordusu Anadolu topraklarından geri çekiliyordu...
Nureddin Paşanın büyük yararlılıklar gösterdiği söyleniyordu... Yıllar önce ayrılmak zorunda kaldığı şehre ilk o girecek gibi gözüküyordu... Belki bu hava bu dernek üyelerinin ölüme mahkûmunu engellemişti... Yunan ordusunun geri çekildiği mahkûmlar arasında daha fazla endişeye yol açmıştı, artık hiç bir yardım onları kurtulmasını sağlayamazdı. Bu şehirde sonlarını beklemek kalmıştı...
“Koçkiri’li Gönül’ü anımsıyor musun, o da bizim oralara yıllar önce göçmüştü. Daha sonra iyi arkadaş olmuştuk... Kalbi temizdi, saf bir insandı... Her şey alt üst olduğu dönemde onu da görmez olduk, acaba o da Koçkiri’de ki isyana katılmış mıdır? Onun kaderi ne olmuştur? Yoksa bizim kaderimiz gibi, ölümü mü bekliyor? "
Tolika bir süredir ağlamayı kesmiş, sessizce konuşmaları izliyordu, kafasını bir o yana bir bu yana çevirirken, birden papaz Anastas’a dönüp soruları peş peşe sıralamıştı.
“Nereden aklına geldi, benim zavallı Tolika’m... Hiç anımsamam mı, ne hoş bir insandı, Hıristiyan olmadığı halde, ne sabırla beklerdi Seni kilisenin önünde... Bir an önce senin ayinden çıkıp, onunla oynamanı beklerdi... Daha sonraları o da özel günlerimize gelmeye başlamıştı, Paskalya eğlenceleri sırasında anlattığım öyküleri can kulağı ile dinler, daha sonra anlamadığı yerleri ne içten sorardı. Anımsamam mı benim öksüz yavrum!”
Bu arada söze karışan Maria;
“Bir de onun komşusu Huri, gözleri siyah mı siyah, kalem gibi kaşları, su gibi sesi vardı. Yörük güzeliydi, yürüyüşünde bir destan havası vardı, öyle bir sallanışı vardı ki, tüm gözler üzerine döner almazdı, kimse alamazdı ondan gözünü... O sokaktan geçtin mi bir güneş doğar sanırdın, her yer ışıl ışıl olur, dansa dururdu sokağa düşen ışıklar... Ne güzel, bir ortamdı, her dil konuşulur, hiç bir sorun yaşanmazdı... Çocuklar bir birlerine Yunanca, Lazca, Kürtçe, Türkçe karışık konuşurlardı... Ama hepsi de bir birleri ile anlaşırdı... Koçkiri’de ki olayları Nureddin Paşa kanla bastırdığı söyleniyor, hatta ona bıraksalar isyana katılan ya da katılmayan ne kadar Kızılbaş Kürt varsa sürülüp, çöllere Ermenilerin kaderi ile ortak yapmak istemiş... Ne kadar asker kaçağı varsa yakalamış, görülmedik eziyetler etmiş, zaten bir deri bir kemik kalan zavallılara hiç acımamış, almış buradan ta Afyon’a kadar götürmüş, oradan İzmir’e kadar nefes almadan götürmek istemiş... Yeni yönetimin lideri Mustafa Kemal paşa ile bile boy ölçüştüğü söyleniyor... Kendi başına bir buyruk olmuş, astığı astık, kestiği kestik bir miralay olmuş... Mustafa Kemal paşa bunun nefesini çabuk keser, diğer muhalefetlere yaptığı gibi...”
Mahkeme salonu içinde sessizlik hâkimdi, Tahsin bey her zaman bulunduğu yerde oturmaktaydı. Sıkıntılı bir hali vardı. Emin bey ölüm cezasını tek tek açıkladığında tüm mahkûmlar; ”AŞKOLSUN ADALETİNİZE!” diye haykırdılar.
Daha sonra cezaevine dönen mahkûmlar kendi cenaze törenlerini kendileri yaptılar, çünkü onlar için bir cenaze töreni yapılmayacağını biliyorlardı. Bu cenaze törenini Akdağ Maden’den Papayeorgi ile birlikte piskopos yardımcısı Platon Ayvacidis yaptı.
Nureddin Paşa Koçkiri isyanında en son olarak 17 Haziran 1921 tarihinde Haydar ve kardeşi Alişan 32 yoldaşı ile birlikte teslim aldıktan sonra, isyan eden bu Kürtlerin Türk köyleri içine yerleştirilesi önerisi TBMM’e bir raporla belirtti. Bu öneri Meclisteki görüşülürken, Kürt milletvekilleri tarafından şiddetli karşı gelmeleri üzerine ret edilmiş olmasına rağmen, Dersim isyanından sonra hayat bulacaktır. Bu görüşmelerden sonra Nureddin paşa Merkez Ordusu Komutanlığından alınmış, yerine Cemil Cahit Bey atanmıştır. Fakat bu alınma olayından sonra Nureddin Paşaya herhangi bir ceza verilmedi, daha sonra Birinci Ordu Komutanlığına atandı. Bir süre sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Orta Anadolu ve Karadeniz bölgelerindeki huzuru sağlamadaki başarıları dikkate alınarak Takdirname ile İstiklal Madalyası verdi.
Nureddin Paşa Koçkiri’yi bastırmış, İzmir’e kadar gitmiş büyük bir komutan olmasına rağmen, Meclis tarafından Mustafa Kemal’e Başkumandanlık nişanı vermişti, buna çok içerlemesine rağmen, görevinin başında bulunmuştur... İzmir’e girdikten sonra, orada bulunan Rum ve Ermeni ahalisini İstiklal Mahkemesine onlara gerekli cezaları verilmesi için çıkarmış, daha sonra Batı Anadolu’da bulunan Yunan ve Ermeni’lere karşı takip harekâtı yapmış, 18 Eylül tarihine kadar Batı Anadolu tüm düşmandan temizlenmiştir. Bütün bu harekâtlar sırasında Amasya’da ki istiklal mahkemesi devam etmiş, Yunanların tamamı ile Anadolu’dan çıkarıldığı gün yeni devletin hükümeti artık Pontusları tehlike olarak görmediği için açılan davalar başka mahkemeye sevk edilerek, bu istiklal mahkemesi kapatılmıştır. Mahkeme toplam kırk gün açık kalmış olmasına rağmen, birçok can ya salgın hastalıktan ya da idam edilerek can vermiştir. Geri kalan mahkûmlar başka mahkemelerde yargılanmış, cezalarını çekmek üzere Erzincan tutukevinde gönderilmişlerdir. 1924 Mübadelesi ile Yunanistan’a dönebilinceye kadar orada kaldılar.
Bu mahkeme tarafından verilen ölüm kararı üzerine, Amasya şehir meydanında asılmışlardır. Hiç bir dini tören olmadan, Amasya dışında ki bir çukura gömülmüşlerdir...

ismail cem özkan
Temmuz – Ağustos 2002
Köln
*Ermeni halk türküsü

Hiç yorum yok: