10 Ocak 2008 Perşembe

Düşmek

Düşmek

“Düşmek hareketi kadar insanı daha fazla etkileyen başka hiçbir hareket yoktur; düşmeyle karşılaştırıldığında diğer bütün hareketler önemsiz ve ikincil görünür. Çok erken çağlardan itibaren düşmek insanın en çok korktuğu şeydir; insanın hayatta, karşısında savunmaya geçtiği ilk şeydir. Bu sayede çocuklar düşmemeyi öğrenirler; düşmek belirli yaştan sonra, aptalca ve tehlikeli olur. “ Elias Canneti (Kitle ve İktidar, çeviren: Gülşat Aygen, ayrıntı yayınları)

İnsanlar yaşamı içinde birçok kez düşer, tökezler ve sonra yeniden ayağa kalkar. Bazıları düştükten sonra şaşkınlık yaşar, bazıları ise doğal karşılar. Yaşadıkları durum o anın beklentileri ile ilgilidir. Günümüzde toplumlarda insanlar gibi düşebilmekte ve hasta adam olarak tanımlanabilmektedir. Toplum hastalanınca, bireylerinin de sağlıklı olması beklenemez. Bu hastalıklı durumdan çıkış nasıl olur diye sormadan önce duruma bakmakta yarar var!

Osmanlı imparatorluğu son dönemlerini hastalıklı adam olarak tanımlanmış ve bu durumdan emperyalist devletler kendi çıkarları yönünde çok iyi yararlanmışlardır. Peki, bir toplum nasıl oluyor da hastalıklı bir duruma düşebiliyor? Bu duruma düşen toplumlarda çatışma kaçınılmaz olmakta ve çatışma yeni cephelerin oluşmasını sağlamaktadır. Cepheleşme her zaman çatışmayı davet eder. Açık toplumlar cepheleşmeye izin vermez, fakat kapalı toplumlarda cepheleşmeler kaçınılmazdır.

Yaşam ne kadar garip biz görünüm sergilemeye başladı, dünyanın bir yerinde açlıktan, pislikten ve bakımsızlıktan ölenler bulunmakta, farklı bir yerde daha güzel gözükmek ve iyi bir gelecek hazırlamak için genç kızlar ve manken adayları da açlıktan ölüyor. Podyumlarda ayakta dahi duramayan mankenler, hayatlarında sadece podyumda giyecekleri elbiseleri taşırken, hayatlarından da olmaktalar.

Işıklar altında olmak hastalıklı olmamak anlamına gelmiyor. Belki en büyük çelişkiler ve çatışmalar hep bu ışıkların hakim olduğu düzen içinde olmaktadır. Çünkü podyumlar kapalı topluma örnek gösterilecek mekanlardan biridir. Kapalı ve hacmi belli olan yere, belirli sayıda izleyici ve manken alınır ve orada bir ya da birkaç sanatçının ürünleri seyirciye sunulurken, seyirci aynı zamanda tüketici olmak zorundadır. Çünkü orada o seyircinin cebinden çıkacak paraya göre masraf yapılmıştır. Yani seyirci seçilmiştir, podyumlarda sergileneceklerde seçilmiştir. Orada bir manken için en korkunç olan ise, açlıktan orada yere ya da üzerine aldığı elbisenin düşmesidir!

Afrika’da ya da Türkiye’de açlıktan ölen birinin elinden kimse tutmaz, eğer manken olma hevesi ile açlık hastalığına yakalanıp medyaya düşmediysen! Ülkemizde yılda kaç insan açlıktan ölmekte? Ben yıllar öncesi yapılmış bir istatistiki çalışmada 35 rakamını görmüştüm, fakat şimdi bu satırları okuyanlar hemen itiraz edecekler, ülkemizde açlık yoktur diye! Tıpkı su yönden zengin ve tarım ülkesi olduğumuz yalanına yıllar yıllı inanarak ve gerçekleri görmekten kaçtığımız gibi. Gerçekler acıdır, genellikle üzerinde pek düşünmeyiz ve konuşmayız!

Bugünlerde ülkemizin yükselen trendi milliyetçilik! Milliyetçilik duyguları içinde ırkçılık yapıldığının pek farkında dahi olamayız, ta ki bir TV kanalında ırkçı bir emekli askerin bayrak ve silah üzerine (tıpkı askerlikte olduğu gibi) yemin ettirme görüntüleri yayınlanana kadar. Sonra biraz tedirgin oluruz, fakat orada kurban görülen biz olmadığımızı düşünerek rahat bir nefes alırız. Hiçbir kurban, kurban olacağının farkında dahi değildir! Ne zaman avcının nefesi ensemizde hissedersek o zaman kurban olduğumuzu düşünürüz!

Kapalı toplum olma özelliğimizi hala koruduğumuzu düşünmekteyim, ülkemize özgün kurallar geçerlidir. Evrensel hukuk kurallarını ve yaşam tarzını kabul etmemekle direnmekteyiz. (Kağıt üzerinde bir çok hukuk kuralını kabul etmiş olmamıza rağmen, uygulamada kendi özgünlüğümüzü korumaktayız!) Kapalı bir toplum olduğumuz içinde dışarıdaki gelişmeler bize cepheleşme olarak yansımaktadır. Dünyada ki birçok devlet daha rahat bir şekilde geçiş dönemlerini atlatabilirken, bizim toplumumuz hep sefalet ve çatışma içinde olmuştur. (1. ve 2. dünya savaşları, soğuk savaş, demir duvarın yıkılması süreçleri…) Bizdeki çatışmanın temelinde resmi tarih tezinin yetiştirmiş olduğu zihniyet yatmaktadır. (Dünyanın merkezinde olma duygusu ile, dünya fatihi bir ırk temeli ile yazılmış eserler…) Bu tarih tezlerini ırkçı temelden kurtarıp, destan söylencelerini temizleyerek daha evrensel bakışı oturtabilirsek, belki çevremizi saran duvarları aşmamız daha kolay olur. Çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli bir dünyada yaşayan ülkemiz dünyanın küçük bir profili gibidir. Bu güzelliği yok etmeye çalışan ulus devlet kavramının anlayışı olan resmi tarih tezi yok olmadığı sürece cepheleşmeler kaçınılmaz olarak yaşantımızın içinde olacaktır.

Düşmek belirli birikimden sonra, aptalca ve tehlikeli olur. Bir arada yaşamı ve kültürel çeşitliliği geleceğimizin garantisi olarak algılarsak, düşmeden geleceğimizi kendi ellerimiz ile kurarız!

İSMAİL CEM ÖZKAN
15.02.2007

Hiç yorum yok: