10 Ocak 2008 Perşembe

Dersim’in oğlu…

Dersim’in oğlu…

Zeki Koşan anısına...


Denizin ortasında sallanan bir küçük kayıktaydı, gözlerinde bir boşluk vardı, ellinde ne tuttuğunu bilmeden alışkanlık gereği parmakları oynuyordu ama o görmüyordu sanki. Elleri ile tuttuğu olayı bir ileri geri hareketi yaptı ve bıraktı öylesine kendisini. Deniz dalgalıydı bugün, bir beşik gibi sallamaktaydı. Denizin ortasındaydı ve yan tarafından geçen büyük bir geminin bıraktığı dalga ile bir iniyor bir yükselen kayığın içinde sakin bir şekilde oturmaktaydı.

Denizin üstünde binlerce tonluk gemiler durmaktaydı, altında ise neler oluyordu? Akıntının en yoğun olduğu yerde sabit durulmaz, bir yandan bir yana su ile hareket edersin ama kayık sanki hareketsiz gibi olduğu yerde dalgalara karşı duruyordu. Elleri büyüktü ve balıkçı eline dönüşmüştü. Yıllar öncesi çocukluğunda bugünkü halini düşünemezdi bile. Doğduğu topraklarda su çok önemliydi, bir su için insanlar birbirini öldürmekten geri durmazdı. Su hayat demekti doğduğu yerde. Dağların arasında ağaçların gölgesi içinde yaşama merhaba demişti. Kışları sert geçen bir iklimi vardı, fakat dağlar insanın yaşayabileceği bir hava akımını da oluşturuyordu. Hem yaşamak için hem de gizlenmek için doğal bir sığınakta doğmuştu. Oranın insanı mertti, sözünün eri olarak tanınırdı, gözünü budaktan sakınmaz, kendisine geleni ne olursa olsun saklar vermezdi başkasının eline. Elindeki imkanları kıttı ama gelenlere her şeyi sunmak için yarışırlardı. Misafirperverdiler. Dost yürekliydiler. Dağların arasında korumalı bir ortamda özgürce ve doğa ile barışık yaşıyorlardı. Yaşam hep başladığı gibi gitmiyordu. Bir gün kendilerinin dışında bir gelişme ile yaşamlarının değişeceklerini hiç düşünemezdi. Bugün, denizin ortasında beşik gibi sallanan kayıkta olacağını düşünemediği gibi. Hayat sürprizler ile doluydu, fakat bu sürprizler hiç olumlu olmamıştı.

Yaşamda kim önceden bilebilir ki, yıllar sonra nerede olacağını? Kimse bu sorunun yanıtı veremez, fakat zaman ilerledikçe yaşamda bir gün noktalanır. Hepimiz biliyoruz ki, bir gün yaşam noktalanacak ama nerede ve nasıl olduğunu bilmeden. Bazılarımızın hiç gölgesi dahi kalmayacak, kimimizin gölgesi kaldırımda kalacak, kimimizin sonu belki gaz odalarında sona erecek! Tıpkı ikinci dünya savaşı sırasında ve bittikten sonra toplama kamplarında gaz bekleyenler gibi, Hiroşima’da işine giderken gökten düşen atom bombasının etkisi ile gölgeye dönüşen bir emekçi gibi. Denizin ortasında sallanan kayık içinde sessizce oturmaya devam ediyordu. Kayık dalgaların etkisi ile ters dönse kendisini dalgalara teslim edecek gibi durmaktaydı, sakin ve tepkisiz olarak.

Dağların arasında bir gölgede doğduğunu söylemişti babası, ama tarihi ve günü hiç anımsamıyordu. Ne zaman doğduğunu hiçbir zaman öğrenememişti, doğmuştu, gelmişti dünyaya. Yaşamayı başarmıştı, ölen diğer kardeşlerinden şanslıydı. Anası kaç çocuğa hamile kaldığını bilmiyordu, o kadar çok kalmıştı hamile, onlardan hayatta dört kardeş kalmıştı. Dört kardeşten biriydi, fakat doğduğu zaman ne kadar bahtsız bir yaşam beklediğini bilemezdi. Bir ağacın gölgesinde dünyaya ilk sesini duyurmuştu, bu ses çevrede mutluluk seslerinin çıkmasına sebep olmuştu. Dağlar ve ağaçlar onun hiç vazgeçemediği hayat imgesi olmuştu. Ülke savaşlardan hiç kurtulmadığını bilemezdi doğduğunda, onun doğduğu yerlerde devlet demek, gelip erkek çocuklarını askere almak olarak algılandığını bilemezdi. Erkek doğmak aile için her ne kadar mutluluk ise aynı zamanda ayrılık olduğunu düşünemezdi. Gidenin bir daha nasıl döneceğini ya da dönüp dönmeyeceğini kimse söyleyemezdi. Ülke büyük bir kıtlık yaşıyordu, dağların arasında diğerlerine göre görecelide olsa mutlu bir hayatları vardı.

Kendilerinin anladığı dilin tüm dünyanın konuştuğunu düşünüyordu, çünkü dünya yaşadığı alan kadardı. Dışarıya gidip gelende yoktu o seneler içinde. Ama dışarıdan hiç tanımadığı tek tip kıyafet giymiş insanlar gelir, erkek çocuklarını toplar giderlerdi. O gelenlerin konuştuğu dil farklıydı, fakat o dili duyabileceği kadar dahi yaklaştırmazdı ailesi. Onlar geldin mi, çocuklar saklanırdı. Dağlar arasında yaşam hayvanlarla birlikte yaşamak demekti. Danalar, kuzular, tavuklar ve köpekler yaşamın birer parçasıydı. Ekilecek yerler fazla olmadığı için hayvanlar ayrılmaz bir bütün olmuştu. Yazın yükseklere çıkılır, orada hayvanların taze otlardan faydalanması sağlanırdı. Kışın ise aşağılara inilir, daha korunaklı alanlarda birbirine yakın evlerde oturulurdu. Bu her gidiş gelişler bahar ve sonbahar aylarında tekrarlanırdı. Kar yağdı mı, insan boyunu aşardı, beyaz örtü içinde yok olurdu koskoca ahali. Birbirine yakın olanlar seslerini ulaştırırlar ve karlardan bir yol açarlardı. Damlar göçmesin diye her kar yağışı sonrası damlardaki kar kürenirdi. Bir birini tekrar eden yaşam gibi gelirdi. Bu yaşamı bozan hastalık ve ölümlerdi. Onun dışında bir arada ortak yaşarlardı. Hayat beklendiği gibi gitmiyor, çocuk gözü ile bakınca dünyaya ne güzeldir, hemen büyümek ister insan. Yoktan var ederdi oyuncakları çocuklar, şimdikiler gibi hazırları ile uğraşmazlardı, gerçi oyun oynayacak zamanı da olmamıştı.

Dağların arkasından sesler duyulurdu zaman zaman, otlak için iki aile birbirine girmiş ve çatışmalar diye laflar dolaşırdı. Büyük bir göçün yaşandığını duymuştu büyüklerinden. Eskiden başka dil konuşan ve farklı yaşayanlar varmış yaşadıkları kasabada. Kasabanın en iyi esnafı onlarmış, bir gün askerler gelmiş ve çoluk çocuk gözetmeden hepsini almış gitmiş. Ailelerin bir bölümü çocuklarını dağlara saklamış, komşularına emanet etmişler. Döner diye beklenmiş ama giden bir daha gelmemiş. Kasaba bir süre sonra çocuk nüfusu fazlalığı ile karşılaşmış, bir bölüm çocuk çete kurmuş, dağda yaşadığı söylenmiş, zaman içinde onlardan da haber alınmamış, o söylencelerde yok olup gitmiş, gidenlerin arkada bıraktıkları tozların yok olması gibi. Önce kendileri, sonra sesleri, en son olarak da çocuklarının ayak izleri yok oldu. Geriye yağmalanmış kiliseler ve evleri kalmışdı. Duyduğuna göre şimdi de o gidenlerin mezarları yağmalanıyormuş, altın buluruz umuduyla. O güzel insanlardan hiç anı dahi kalmamışdı, sadece duyumlar kalmış eskilerin anlattıkları. O güzel insanların geride bıraktıkları sadece gözyaşı kalmış.

Deniz hırçınlaşmıştı, dalgalar yükseliyor ve kayığın içine su taşıyordu. Elleri ile hala oltaya tutunmuş, dalgalara bakıyordu. Dengesini korumak için vücudunu dikleştirmiş, kayığın hareketine uygun olarak hareket ediyordu. Yüzünde hiçbir telaş izi yoktu. Dalgalar kayığın içine su taşırken o da ıslanmıştı. Gökyüzü aşağıya inmiş, kara uzaklarda kalmıştı. Yağmur yeryüzüne inmişti, gökyüzü ve yeryüzü su olmuştu. Mavi yerini gri renge bırakmıştı. Aniden başlayan bir fırtınaydı, her zamanda gözükmezdi, usta balıkçılar bu havaları bilir ve açılmazdı denize. Denizde bir kayık ve içinde ıslanmış halde biri vardı, elinde oltası ile birlikte. Balıkçı eli değildi, elleri daha çok ip tutan nasırlı eller gibiydi.

Dağların arasında çocukluğun heyecanı içinde büyümeyi beklerken, uzaktan gelen silah sesleri daha da yakınlaşmış, bir telaş ve koşturmacaya neden olmuştu. Aşiret büyükleri bir araya gelip, ahali ile görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Elleri silah tutanların ellerine silah verilecekti de silah yoktu ortada. Çatışmada ele geçen silahlar verilecekti, silahı olmayana. Doğal bir koruma altında olan yaşadıkları yerler birer savunma siperlerine dönüşmüştü. Anlam veremiyordu bu gelişmelere. Sokaklarda yine oynuyorlardı ama bu sefer uzağa gitmeleri yasaktı. Yayla için hazırlık yapılmıyor, daha çok bulundukları ortamı değerlendirmeye çalışıyorlardı. Bir telaş ve belirsizlik vardı. Bu durum bütün insanlara bulaşmıştı, korku her tarafı kaplamıştı. Gökyüzü her zamanki gibiydi ama bu sefer mutluluk vermiyordu. Hemen büyümek istiyordu diğer kardeşleri ile birlikte. Bu kavgada isterde istemese de bir taraf olmuştu ve yerini almak istiyordu, çocukluk heyecanı ile. Onun için bir oyun gibiydi gelişmeler. Daha önceden Koçgiri’den sığınmacılar gelmişti. Oradaki katliamdan kurtulanlar sığınmıştı onların oraya. Gelenekler gereği sığınanlar düşmana teslim edilemezdi. O gelenlerde kendilerinin dilini konuşuyorlardı, bütün dünya onun konuştuğu dili konuşuyordu!

Deniz hırçınlaşmıştı, karaya doğru yol alması gerekli ama alacak bir durumda yoktu, telaş içinde çevresine baktı ve sadece su gördü, her yer tek bir renge bürünmüştü. Daha öncede yaşamıştı bu durumu, o yüzden belki daha sakindi, elleri ile tuttuğu oltayı kayığın tabanına yerleştirdi ve sonra motora el atmıştı. Deniz hırçınlığı bulaşmamıştı üzerine. Daha sakin ve kendine güvenir bir haldeydi.

Dağların arasında güvende hissetmiyorlardı, her an bir saldırı gelecek endişesi her yeri kaplamıştı. Dağların doruklarında nöbet tutulmaya başlanmış ve her gelen dikkatlice izleniyordu. O güne kadar dostça açılan eller, şimdi daha endişeli bir şekilde açılır olmuştu, güvensizlik hakimdi havaya, gökyüzünde her zamanki kuşlar dahi çekilmişti, ne kuş uçuyor ne kervan geçiyordu bu diyarda!

Deniz içinde tek başınaydı, havadaki martılarda yoktu artık.

Silah sesleri daha yakından duyulur olmuştu, gece gündüz sesler gelir olmuştu. Hayatında bir ilk ile karşılaşacaktı, gökyüzünde uçan bir şey. O ana kadar hiç görmemişti, ses geliyor önce, sonra kendisi, kuş gibi kanatlı olan ama büyük bir şey, adlandıramamıştı. Konuştuğu dilde karşılığı da yoktu, nasıl adlandırsınlar? Büyüklerine sormuştu ama kimse bilmiyordu. Askerden dönenler uçak gibi bir şey demişlerdi ama kendi dilerine uygun değildi kelime. Gökyüzünden bir süre sonra ölüm yağdırır olmuştu. Önce üzerlerinden uçan, biraz sonra dönmüş ölüm kusuyordu. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Deniz hırçınlığını üstüne almıştı, bütün bu hırçınlık içinde motor ile uğraşıyordu. Çalışmıyordu, sanki ölümü davet ediyor gibiydi. Dalgalara teslim olmuş bir haldeydi.

Yer, gök ölüm kokar olmuştu. Silahsız bir küçük grup üzerine yukarıdan ölüm yağıyordu. Yapabilecekleri bir şey de yoktu, o alınması imkansız olan doğal koruma alanı aşılıyordu. Sığınabilecekleri bir tek yer vardı, kayaların oyukları.

Denizde sığınılacak oyukta yoktur. Deniz üzerine iki olasılık hakimdir ya kurtulacak ya da ölecekti.

Direnebilecekleri ne cephaneleri vardı, nede olanakları, bir süre sonra gelen tek tip kıyafetli insanlar tarafından oturdukları kasabanın meydanında toplanmışlardı. Büyüklerinin anlattığı olayı tekrar yaşıyor gibiydiler. Tarih kendisini mi tekrarlıyordu?

Deniz üzerinde kaçıncı defa yaşıyordu bu durumu?

Meydanda toplananlar bir süre sonra tıpkı daha önce yaşananlar gibi sıraya dizilmiş ve ellerine bir kağıt tutuşturulmuştu. En yakın büyük yerleşim yerine doğru götürüldüklerini giderken görmüştü. Gittikleri yer ne kadar büyüktü? İlk defa kendi dili dışında başka bir dil olduğunu öğrenmişti. Anlamadığı şekilde konuşanlar. İşaretlerle bir şeyler anlatılıyor ama anlamakta zorlanıyordu. Aynı dili konuşmuyorlardı, aynı şekilde düşünmüyorlardı. Çok farklı iki dünya ilk defa bir araya geliyordu. Askere gidenler ve daha önceki büyük göçü görenler daha rahattılar davranışlarında ama en büyük korkuda onlardaydı. Korkudan dev gibi insanlar küçülmüştü. Sessizlik hakimdi. Nereye gidecekleri belli değildi, bir tren istasyonuna gidiyorlardı. Daha önce tutuklanan ve yaşayanlarda gelmişti. Aileler bir bütün olarak buluşmuştu o tren istasyonda ama vagonlara farklı farklı bindirilmişlerdi. Gidecekleri yerlerin isimleri yazılıydı. Ellerindeki kağıtlara göre onlar yaşadıkları bu topraklardan uzaklaştırılıyorlardı. Kimi batıya, kimi güneye, kimi kuzeye doğru yola çıkarılmıştılar, hiç biri doğuya gitmiyordu. O ana kadar hiç görmedikleri bilmedikleri dünyaya adım atıyorlardı.

Deniz içinde ve üstelik dalgaların arasında yön bulmak o kadar kolay olmasa gerek. Motoru çalıştırmayı başarmıştı, ama hangi yöne gidecekti?

Sürgün oldukları şehir Amasya’nın bir köyü olmuştu. O tarafa doğru yola çıkmışlardı, Amasya’nın ortasından akan yeşil çayı gördüklerinde Munzur suyunu düşündüler. Yeşildi, dağ vardı, fakat çoğunluk onların anlamadığı dili konuşuyordu. Asker gözetiminde yerleşecekleri yere gitmişlerdi. Bu ülke daha önce çok göçmen gördüklerinden yabancı olarak karşılamamışlardı, fakat yabani bir canlıya bakar gibi bakıyorlardı. Onlar gibi olmayan bu insanlar ile ilk temasları oluyordu. Asker dışında normal hayatta yaşayanları da görüyorlardı. Çok farklı duygular içindeydiler ve kendilerini orada terk edilmiş ve yalnız hissettiler.

Denizde terkedilmiş ve dünyadan soyutlanmış olarak hissetti.

Hisleri ile yola bakıyorlardı, yabancıydılar ve tanımadıkları şehirde ilk defa baş başa kalmışlardı. Bütün tanıdıkları bir yerlere gitmişti ama nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Nasıl haberleşeceklerini bilmiyorlardı. Topraklarından uzaklaştırılmışlardı, o uzaklaşma kararı alanlar ne yaşadıklarını bilmiyordu. Uzun bir zaman dilimi içinde kendileri dışında hiç kimsede bilemedi ne yaşadıklarını.

31 Mayıs 2007, İstanbul
İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok: