10 Ocak 2008 Perşembe

Geçmişten bize kalan…

Geçmişten bize kalan…

İSMAİL CEM ÖZKAN - Erdal İnönü anılarını anlatan bir kitabında Atatürk’ün bugüne kadar yayınlanmamış bir mektubunu kendi tercümesi ile anlatmış. Ben o mektubu yazmayacağım elbette, orada başka bir şeyi vurgulamak istiyorum. Atatürk’ün yazdığı her satır benim bildiğim kadarı ile yayınlanmıştır. Başka dillerde yazdıklarını tercüme edilmiştir. Fakat bu derlemelerin ne kadar sağlıklı olduğunu yukarıda adından bahsettiğim anılar ile bir kez daha kafamda soru oluştu. İnönü anılarında bir tercüme edilmiş mektuptan bahseder, o mektupta bir yerin tercüme edilmediğinin farkına varır ve yıllar sonra kendisi tercüme eder. Bu tercüme ile tarihin bir noktasındaki dip nottur. Orada Atatürk gerçek kendi düşüncesini çok yalın bir şekilde ifade etmektedir.

İlgi alanım o tecrübe değil, benim kafamdaki soru başka yerde duruyor. Çünkü harflerin Latinceye dönüştürülmesi ile birlikte, sözlü edebiyatımızın yazılı hale dönüştürülmesi ile birlikte geçmiş birikimlerin kaçı bizim elimize sağlıklı şekilde ulaşmış olabilir. O mektubu tercüme eden kişinin kişisel tercihi yönünde bir bölüm tercüme edilmemiş olsun diyerek saf bir düşünce içinde olalım. Ki tercüman tek başına neyi tercüme edip yayınlayacağına karar veremez, çünkü yayınlanacak her satır bir kuruldan geçtiğini bilmekteyim. Yani yeni devletin çıkarlarına uygun bir yayından söz ediyorum. Uygun olmayan hiçbir şey yayınlanamaz. Ne demişti Ankara valisi, “komünizm gelecekse de onu biz getiririz!” anlayışı hakimdi devrim güçlerinde. Sözlü edebiyatın yazılı hale geçirilirken kaç bölümü yazıcı tarafından yok sayıldığını nereden bilebiliriz? Örnek Pir Sultan Abdal’ın şiirleri yazılı hale getirirken hangilerinin yazılı hale geldiğini kim araştırabilir, çünkü geçmiş ile olan bütün bağlar arık kopmuştur, sözlü edebiyatı taşıyıcılar artık aramızda yoktur. Yani karşılaştırmalı olarak inceleyebileceğimiz bir olanağımız yok. Aynı şekilde Nasreddin Hoca’nın fıkraları acaba hangisi o eski söylemi içindeki anlamları barındırmaktadır? Sözlü edebiyatımızın gerçek içerikleri ile günümüze ulaştığı bölümün yok sayılan bölümü yanında çok küçük bir parça olarak kaldığına inanıyorum, çünkü eleştiri kültürü ve isyan kültürü yeni kurulan cumhuriyet rejimi için uygun değildi, uygun olanlar çevrilmiş ve sahiplenilmiştir, fakat uzun bir aralıktan sonra yazılı hale gelenlerin ne kadarı sansürlenmeden gelmiştir?

Bizde eleştiri kültürü çok yaygın olduğunu sadece Nasreddin Hoca fıkraları ile görmeyiz, aksine yazılı edebiyatımızı içinde de yergi önemli bir yeri koruduğunu ve yergi yapan sanatçıların derilerinin yüzüldüğünü yazılı kaynaklardan öğreniyoruz. Fakat bu yazı kaynaklarında tercüme edilmesi gerekmektedir. Çünkü geçmiş ile bütün bağlarımız koparılmıştır, yeni rejim ile. Osmanlı rejimi içinde gericilere ve dalkavuklara karşı bir sürü eser üretilmiştir. Hacivat ve Karagöz gösterileri günümüzde çocuklar için bir eğlence olarak algılanmaktadır, fakat bu Osmanlı karanlık çağında küçük bir ışık olarak algılandığını düşünmekteyim. Eleştiri kültürü ve mizahın keskin kılıcını üzerinde taşıyorlardı. Hatta düşünüyorum ki, Karagöz ve Hacivat oynatan sanatçılarında baskı altında ve bu iş gizli yapmışlardır. Orta oyunu oyuncular neden bir sahnede oynamazlar? Çünkü güvenlik kuvvetleri geldiğinde onların güvenliği önemli olduğu için sahne yoktur inancındayım. Ülkemizde istibdat dönemleri yaşanmıştır, ve mizah yer altında da olsa, görünen sokaklarda yaşamıştır. Bu yaşanan mizah yeni cumhuriyet ile tamamı ile de olmasa önemli bir kesiminin ortadan silindiğini düşünmekteyim, çünkü sözlü edebiyatı taşıyanlar artık günümüzde yaşamamaktadır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde eleştiri yapanların başlarına gelenler benim bakış açımı doğrular niteliktedir. Tek parti ve iki partili dönemlerde mizahçıların cezalandırıldığını tarih sayfalarından bilmekteyim. Dikkat edilirse, sözlü edebiyatın bütün kahramanları Osmanlı kuruluş dönemi, ve Selçuklu son döneminde yaşamış insanlar üzerinedir, Osmanlı rejimi içinde yaşamış olan hiç mi yok, bir Nasreddin Hoca? Var elbette, ama onlar ete kemiğe eskiden yaşamışların bilgelerin ve kahramanların görünümündedir! Ölmüş birinin cezalandırılması olmaz! O yüzden Nasreddin Hoca’nın birden fazla mezarı vardır! Yunus Emre’ninde birde fazla mezarı olduğuna göre, onun da bana göre hiciv ve mizah içeren şiirlerinin var olduğu düşüncesi vardır. Çünkü Yunus yobazlık ile mücadele etmiştir, üstelik alevi olmadan bunu yapmıştır. Suni halk içinde yaşamış, onlar gibi ibadet etmiş ama farklı düşünen bir bilgeler toplamıdır. O da var olan düzeni eleştirmiş ve halkı yobazlıktan uzak tutmuştur. O yüzden Anadolu insanı yobaz değildir, var olan yobazlığın ne zaman geliştiği ise bellidir!

Bugün okuduğum eski dönem sözlü edebiyatın yazılı metinlerini, sanki bir şeyler eksik gibi olduğunu düşünüyorum. Hep sansürün acımasız eli değmiş gibi geliyor. Osmanlı döneminde üretilmiş eserlerin orijinalini anlamadığım için, tercümelerini zaman zaman okumaktayım, fakat bunların tercümelerinin de anlaşılması o kadar kolay olmadığını düşünmekteyim. Sanki anlamayalım diye tercüme etmişler! Büyük bir zaman dilimi yaşamış ve tarih sahnesinde yerini almış Osmanlı döneminde üretilmiş eser birkaç yüz isimin etrafında mı dönmektedir? Bunlar içinde mutlaka vardır, yobazlık ile mücadele eden eserler, çünkü Osmanlı rejimi içinde 31 Mart olaylarını anlamak için ondan önce üretilmiş mutlaka eserler vardır, yoksa birkaç subay gelip birkaç günde o yobazları sindirdi diye algılamak ne kadar doğrudur? Çünkü o subayları oraya yürüten mutlaka bir birikim vardır, bizler o birikimden yoksunuz!

Abide-i Hürriyet meydanındaki anıtı kaç kişi gördü bilmiyorum, orada yaşayanlar bile o alanda bir anıtın olduğunu dahi bilmiyorlar. Demektir ki, bir anıtı bile bizden saklayanlar, geçmişte üretilmiş olanların yüzde kaçını bizden sakladılar? Kaç ürün gerçek içerikleri ile birlikte ve orijinali olarak bize ulaşmıştır? Pir Sultan’ın şiirleri gerçek içerikleri ve biçimleri ile yüzde kaçını biliyoruz? Karacaoğlan, Köroğlu? Rejime zarar vermemek için bizi nelerden mahrum bırakıldığımızı şimdi sorsak dahi ne kazanabiliriz? Çünkü o sözlü edebiyatı günümüze taşıyanlar artık aramızda yokturlar, ve düşüncelerimde hep yalnız kalacağımı düşünüyorum. Kuşku ve güvensizliğim bir anıyı okurken yeniden ortaya çıktı. Bir tercüman istediği bölümü tercüme etmiş, işine gelmeyen bölüm ise karanlıkta kalmıştır. Yazılı edebiyatta karanlıklar bir gün aydınlanabilir ama sözlü edebiyatta? Artık bir çok söz evrenin sonsuz dehlizinde yerini almıştır, kulağımıza hiçbir zaman gelmeyecek olan bir birikim ile…

21.06.2007

Hiç yorum yok: