10 Ocak 2008 Perşembe

Otobüs sohbetleri…

Otobüs sohbetleri…

İzmir şehrine gelince otobüsten iner olmuyorum. Nereye gidersem gideyim otobüsü kullanmak zorundayım. Yarım bir ay şeklinde kurulmuş olan İzmir’de ulaşım deniz yolu olmasına rağmen çok yetersiz olarak görmekteyim. Bizler karayı çok kullanmamızın sebebi sanırım deniz kültürüne yabancı olmamızdan geliyor. Su ile barışık olmadığımızdan en çokta onu kirletiyoruz.

Otobüs ile oturduğum Narlıdere semtinden şehir merkezi sayılan Konak’a inmem yaklaşım bir saatimi alıyor. O bir saat içinde otobüs içinde elbette sadece dışarıya bakıp durmuyorum, otobüs içindekiler ile de sohbete giriyorum. Nerelisin oğlum, seni ilk görüyorum diyen olmadı ama bir yerden başlıyor işte sohbet. O sohbetlerde konuşmalarımı bende yazıya dökeyim dedim.

Bir gün otobüs ile öğlen saatlerinde elimde su şişesi ile birlikte yoldayım. O gün oturmadım boş kotlulara, dedim hava alayım hem de çevreyi izlerim. Otobüs iki durakta doldu, yaşlılarda ayakta durmaktalar, her boş kalan koltuğa bir yaşlı oturması için ayaktakiler nezaket edip gösteriyorlar. O ana kadar yanımda ayakta duran vatandaş yok dedi, kalp ameliyatı oldum, o yüzden oturmam dedi, o anda 9 Eylül hastanesi önünden geçmekteyiz. Kafası ile işaret etti, şu hastanede ameliyat oldum, alçak doktorlar beni soydu soğana çevirdiler üstelikte bakmadılar dedi. Nasıl olur dedim, bu hastane iyi olarak ün yapmıştı, bu şekilde nasıl yapar, babamda orada kalp ameliyatı olmuştu. Yok dedi adam, “ben mahkemelik dahi oldum, neyse hakim davayı düşürdüğü için ceza almadık. Beş para etmez insan bunlar, her türlü işlem için ayrı para istiyorlar, yok vermezsen işlem yapmıyorlar. Kardeşim ben emekli bir işçiyim. İstanbul’dan emekli olup buraya gelmişim, burada 9 yıldır yaşamaktayım ama hala alışamadım. Güzelbahçe’de bir dairemiz var, emeklik ile aldık, iki çocuğum var, her ikisi de evli ama kızın kocasını geçen sene kaybettik, kazada. Neyse ben ameliyat için geldim, kim gönüllü gelir hastaneye de gelin beni kırpın der. Geldik gelmesine, yattık bıçak altına. Tam iki hafta orada kaldık ama kavga etmediğim kimse kalmadı.” Hayırdır dedim, neden kavga ettin ki, bak o ameliyat sayesinde yaşıyorsun, seni hayatta bırakmışlar! dedim. Kasını salladı, anladım başka konuya geçecek, sen dedi ehlibeytlerden misin? Önce anlamadım, ne demek istedi diye yüzüne baktım, adam gayet sakin bir şekilde bana dönüp oğlum dedi sen nerelisin? Haa dedim, ben her sene değişik yerli olduğumu söylediğimden bu sefer nereliyim diye düşündüm. Gerçek memleketimi mi söyleyeyim, yoksa bu sene ki vatanım Selanikli miyim? Neyse beni Ehlibeytli olarak gördü ki, daha sıcak bir konuşmaya başladık. Ben dedi, Erzurumluyum ama Ehlibeytlerdenim. Hemen aklıma gelmişti, şu 1940’lı yıllarda sürgün yaşanan yer. Orada Alevilerin yaşadığını biliyordum. Aşkale! Bir yerlerde okumuştum, 1940 yılında sanırım bizim azınlıklar oraya sürgün olarak geldiler, sürgün diyarı. Haa dedi, evet ben 13 yaşındaydım onlar geldiğinde, iyi anımsarım! Vagonlara doldurup bizim oralara getirdiler, onlar sayesinde bizde insan gördük, medeniyet gördük. Onlara köyümüzde bizim olan her şeyi verir olmuştuk. Elimiz biraz para gördü. Adamların hiç biri bir şeyden anlamıyorlardı, oranın yaşamı farklı olur. Sabah erkenden bir gün, koyunları otlatmaya götürmek için bizim çoban bağırmış, bütün bu garibanlar meydana toplanmışlardı, hepsi bir arada birbirine tutunuyorlardı. Korkmayın dediler bizimkiler, bu oğlakların toplanması için her sabah bağırılır, sizin için değil dediler. Onlar da götürüleceklerini düşünmüşler meğer. O günden sonra daha samimi olduk, onlar bizim misafirimiz oldular. Hep Yahudi’ydiler. İstanbul’dan gelmişler. Bakımlı insanlardı. Onlar nereden bilecek köy yaşantısını, onlara ağır gelmişti oralar!” ilgi ile dinliyor ve sorularımla iş biraz açmak istiyordum. Türkiye’nin bir karanlık yüzü bir yolculukta açılıyordu. Kafamda gerçi bir çok soru vardı ama yolun uzunluğu belliydi. En kısa zamanda sorularım ile bu sayfaya bir bakmak istiyordum. Peki dedim orada ölenler oldu mu? Hayır dedi, bizim oralarda ölmedi, ama Sivas’ta ölmüşler. Havasızlıktan öldüklerini duyduk. Seneler sonra İstanbul’a gittim, bizim oralarda insan belli şekilde yaşar, olanakları kıttır, okulun üçünden ayrılmışım, bir süre davara filan gittim, fakirlik işte, insanın önüne gurbeti açar, yolum İstanbul’a düştü. Bir köylümün evine vardım, çevreyi yürüyerek tanımaya çalıştım. O gittiğim semtte bizim oraya gelmişlerde oturduğunu duymuştum. Ayrılırken adreslerini bırakmışlardı. Bir gün yolda yürürken, beni biri sarstı, olamaz diyerek başını sallıyordu, İsmail sen misin dedi, ben evet dedim, hani dedi şu Aşkaleli İsmail! Hiç değişmemişsin dedi, yine ufak ve cılızsın. Bizim orada insan nasıl büyük olur ki, eldeki belli, avuçtaki belli. Baban ne yapıyor, diyerek başladı sormaya, sonra durdu, ne yapıyorsun burada, yerin yurdun var mı diye meraklı gözler ile bana soru soruyordu. Evet var dedim, ama iş bulursam burada yaşayacağım dedim, o zaman gel dedi, benim fabrikada hemen iş başı yap, unutmamam iyiliğinizi dedi. Ermeni adamdı, gavurdu ama iyi insandı, onlar bir şeye doğru dedi mi doğrudur, sormaya gerek yok, onlar bizler gibi değildir, dostlukları bellidir, unutmazlar. Bak hala adamın ekmeğini yiyorum, orada işe başladım, 9 yıl evvel emekli olana kadar çalıştım. Allah ne muradı varsa, tüm sülalesine versin, çok iyi adamdı.” Ben dedi daha sonra burada ineceğim, atık kapıya doğru gitmem gerek dedi. Ufak tefek boyu ile kalabalık arasında kendisine yol açtı ve kapıya doğru yönelirken, senin babanın ismi ne dedi, Sait dedim, belki tanımışımdır, burada beni Aşkaleli İsmail olarak tanırlar. Ehlibeytlerdenim. Selamımı söyle dedi ve indi otobüsten.

Otobüs durakta durmuştu, kalabalık içinde sıyrılıp inmişti bile. Sadece ben arkasından bakmakla yetindim. Otobüs kalabalıktı, ve ben o sıcakların etkisi ile bir yandan elimdeki şişeden suyu yudumluyor, bir yandan da pencerelerden gelen havayı içime çekmeye çalışıyordum. Otobüs yolculuğu içinde ne gibi sohbetler oluyordur? Her yolculuk başka bir dünyaya açılan bir kapı olmaya devam ediyor!

İSMAİL CEM ÖZKAN
14 Haziran 2007

Hiç yorum yok: